Marksistler ve Müritler

İnanmak ve bilmek, neredeyse insanlık tarihi kadar eski olan iki ayrı olgu. Bilmek ya da bilinç bir emeğin sonucunda, inanmak ya da inanç ise bir “bilinemezliğin” sonucunda ortaya çıkan fenomenlerdir.
İnsanlık, bugünkü gibi toplum halinde yaşamadan önce de üretmenin, tüketmenin, paylaşmanın bilincine varmıştır. Fiziksel ve zihinsel evrimi bugünkü gibi kompleksif olmadığında bile güdüsel olarak yemeden, içmeden yaşayamayacağını biliyordu. Hayatta kalmak için yemek, yemek için üretmek, üretmek için ise ortaya emek koyması gerekmekteydi. Zamanla, güvenlik unsurları ve iş bölümünü yaratmak adına toplu halde yaşama bilincini edinmiştir. Dolayısıyla “emek” dediğimiz olgu, bilincimizin gelişmesindeki en önemli unsurlardandır.

İnanmak ya da inanç denilen fenomen ise, emeğin dışında kalan, insanın çaresizliğinde ortaya çıkan, bilmediğine “bilmiyorum” demek yerine, sığınma işlevi gören zihinsel bir düşüncedir. İnsanlar binlerce yıl boyunca çevresindeki olaylara gözledikçe, güneşe, suya, toprağa baktıkça, bunları anlamaya çalıştıkça, her çözemedikleri sorunsala “Tanrı” kılıfını giydirmişlerdir. Güneş tanrısı, yer tanrısı, gök tanrısı gibi bilince çıkartamadıkları her şeyi tanrılaştırmışlardır. Böylelikle bilinç düzeyinin çözemediği, üstesinden gelemediği tüm olaylar ve olgular inancın birer öğesi haline gelmiş, böylece çok tanrılı dönem başlamıştır. Zaman içerisinde insanlar daha çok bir arada yaşamaya başladıkça, toplumsal yaşama geçildikçe, sorunlar artmış ve toplumsal yaşamla gelen toplumsal yönetim bir sorun olarak karşılarına çıkmıştır. Çok tanrılı dönem tarihsel anlamda miladını doldurmuş ve toplumun beklentilerini karşılayamaz düzeye gelmiştir.
Toplumun bu beklentilerine cevap vermek ve toplumsal alandaki sorunları çözmek için devlet oluşumu gündeme gelmiştir. İnsanlığın kültürel ve sosyolojik alandaki başlangıcı olan Sümer’ de bir çok devletler hatta imparatorluklar kurulmuştur. Devlet olgusu zaman içerisinde despotik bir yapı sergileyerek, zora başvuran egemenlik hegemonyasına dönüşmüştür. Hatta bu şiddet Sümer efsanelerinin birinde şöyle tasvir edilmektedir: Dişil olan Gök Tanrısı bir ağacın gölgesinde uyurken bir çoban tarafından tecavüz edilmesi sonucunda, kızarak, bütün suları kan yapmış ve Firavun 6. Ramses’e gücünü göstermek için Musa’nın asasını suya batırıp, bütün suları kana dönüştürmesiyle devam etmişti. Sonuç olarak zaman içerisinde devlet şiddeti ile ilahi şiddet birleşerek insan hayatında yer edinmeye başlamıştır.
İnsanın yaşamındaki ve toplumsal hayattaki gelişmelerin hepsi; kendi üst düzeyi olan, olgu ve kavramları tanımlama, onları isimlendirme, anlamlandırma şeklinde devam ederek felsefenin doğmasına ve felsefi düşüncesinin gelişmesine olanaklar sağlamıştır. Tarihte insanlığın toplumsal yaşamı biçimlendikçe, bilinç ve inançta toplumsal anlamda şekillenmeye başlamıştır. Bu süreçte; materyalizm bilincin, idealizm ise inancın felsefi temelleri üzerine kurgulanmış, şekillenmiş ve günümüze kadar gelmiştir. Toplumsal yaşamın artmasıyla birlikte özel mülkiyet kavramı ve bununla birlikte gelen sınıflı toplumun oluşması, idealizm ve materyalizm ile birlikte oluşan toplumsal sistemlerin giderek ekonomi politiklerinin ideolojik gömleğini giymesine yol açmıştır.
Materyalist felsefe, insanlık tarihinin en eski toplumsal sistemi olan, ilkel-komünal toplum ve özel mülkiyet haricindeki toplumsal mülkiyetin temelleri üzerine inşa edilen ekonomi-politiğin doğmasına ve daha sonrasında biçimlenerek ideolojik zemin hazırlamasına analık ederken, idealist felsefe özel mülkiyeti savunan, artı değer ve artı ürün sömürüsünü muhafaza eden, inançlardan nemalanan, devleti ve devletin zor aygıtlarını toplum üzerinde egemenlik aracı olarak kullanan toplumsal yaşamın ana kaynağı haline gelmiştir.
İnanç ve bilinç insanlık tarihi kadar eski iki fenomenlerdir. Her ikisi de toplumsal sistemlerin oluşmasında pay sahibidir. Tabi ki her iki sistemde insanın doğasında var olan, toplumların yarattığı fenomenlerdir. Bundan dolayı insanların doğasında idealizmde, materyalizmde vardır. Hatta Marx’ın kimi bilim adamları için; “labaratuara girince materyalist çıkınca idealist oluyorlar” demesinin altında bu gerçek yatmaktadır.
İdealistlerin kutsal beklentileri vardır. Kutsal kitaplarında yazanların bir gün gerçekleşeceğine inanırlar. Sorgulamazlar, şüphe etmezler, kehanetlerini deneye tabi tutmazlar…
İdealizmi marksizmden ayıran en önemli farkta budur: Marksistlerin en önemli özelliği şüpheci olmalarıdır. Hatta Marx bunu şu şekilde dile getirmektedir: “Benim en temel özelliğim şüpheciliktir.” Bu yüzden Marksistler için, Marx, Marx’ ın kitapları, Marksizm üzerine yazılmış kitaplar ve diğer Marksistler kutsal değildir.
Marksizm, bu özelliğinden dolayı, kimin ne söylediğinden çok, kimin, neyi, ne zaman, ne için, nasıl söylediğini önemser ve kullanmış olduğu bu yöntem ile ortadaki verisel argümanı değerlendirir.
Marksizm ve Marksistler geleceğe dair ön görülerinde duygu ve vicdanı kullanmak yerine somut şartları değerlendirerek, somut tahlillerini akılcı bir yoldan yaparlar.
Toplumsal anlamda bir ilerlemeden bahsedilecekse, Marksizmin çıkış noktası ekonomik anlamdaki yapısal değişimler ve bunan sebep olan iktisadi yasalardır. Bu anlamda sabitlikten bahsedilemez, çünkü; ekonomin her durumda değişebilen bir yapısal özelliği vardır. O yüzdendir ki insanlık tarihine baktığımızda ekonominin, rekabetçi dönemde ayrı, tekelci dönemde ayrı, küreleşme döneminde ayrı işleyişleri ile karşılaşırız.
Rekabetçi dönemde karşımıza “imge” belirleyicisi çıkar. Yani gelişmiş olan ülkelerin, geri kalmış olan ülkelerin geleceğine kendi imgesini vermesi. Tekel dönemde gelişmiş olan ülkelerin, geri kalmış olan ülkelere bağımlılığı ya da yarı bağımlılık ilişkisini dayatması. Küresel dediğimiz dönemde ise, paylaşım konusundaki eşitsizliğin tekeller arası yasaya dönüşerek ülkeler arası çelişkinin zayıflaması. Bu eşitsizliğin çevresinde de Avrupa Birliği gibi onlarca emperyalist ülkenin bir akıl, bir odu, bir parlamento, bir polis teşkilatı, bir merkezi hükümet, bir para birimi vs. olarak birleşmelerini sağlamıştır.
Marx döneminde, böyle bir şeyin olabileceğinin ön görülmesi mümkün değildi. Çünkü o dönemde, kapitalizmin işleyişi bugünkünden farklıydı. Zaten kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası, hala gelişmiş ülkeler tarafından kendini geri kalmış ülkelere dayatıyor olsaydı, değil onlarca kapitalist ülkenin AB etrafında birleşmesi, ancak kendi aralarında savaşıyor olurlardı. Kaldı ki rekabetçi -gelişmiş ülkelerin gelişmekte olanlara kendi imgesini verdiği- süreçte, bugünün AB’ sini oluşturan gelişmiş ülkeler (!) 30 yıl, 100 yıl savaşları yapıyorlardı. Tekelcilik yıllarında ise 2. Dünya savaşı çıktı. Her ikisini de bugünün AB ülkeleri çıkarttı.
Kapitalizmin getirdiği eşitsiz gelişim yasası biçim değiştirip, ülkeler arası eşitlikten tekeller arası eşitlik eksenine geçmemiş olsaydı, emperyalist-kapitalist ülkeler bugün AB’ yi kuramazlardı. Kapitalizmdeki bu evre, sonucunda farklı olmasına yol açtı. O yüzden ortaya konacak öngörüler, verilerle desteklemelidir. Aksi taktirde Marksist materyalist olmak yerine idealizmin getirdiği müritlik anlayışı ortaya çıkar.
Marksist materyalizm, idealizm veya bilinç ve inançla karıştıranların başka bir yanlış kurgusu da fikri sabitliktir. Fikri sabitlik, Marksizm dışı bir yaklaşımdır. Diyalektikte en temel değer olan; “Değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğu” yasası, Marksizm tarafından benimsenen bir bakış açısıdır. O yüzden Marx’ ın, Lenin’ in ya da bir çok kişinin ileriye yönelik öngörülerini “mutlaka gerçekleşecek” şeklinde fikri sabitlik yapılmamalıdır. Çünkü bu, Marksizmin kendisine ters bir bakış açısıdır. Hatta Marx’ ın geleceğe yönelik kimi öngörüleri bile gerçekleşmemiştir. Marksizmin, bu yapısal özelliğinden dolayı bilimselliğinden hiçbir şey kaybetmez. Gelecek için öngörülerde bulunurken, belirtilen her şeyin bir keramet ehlinin alameti gibi mutlaka gerçekleşeceği beklenemez. Gelecek işin yapılan öngörüler, verilere dayanır ve biliyoruz ki veriler değişkendir, sabit kalan veri yoktur. Mesela bir ülkede gelecekte çok önemli iç sorunların yaşanacağının tahmini, hali hazırda varolan verilere dayanarak yapılır. Bu tahmini ortaya çıkaran onlarca veri olabilir. Bunlardan bir ya da bir kaçı yanlış yorumlandığı taktirde veya süreç içerisinde verilerin değişime uğraması gelecek için yapılan öngörülerin gerçeklemesini imkansız hale getirir. Bu yüzden olaya sonuç öngörüsünde –mümkünse- bulunmadan, “neden”lerin üzerinde yoğunlaşılması gerekir. Bu süreçte sadece “sonuç” alınıp, analizler sonucunda tahlil edilmiş veriler, argümanlar ve uygulanan yöntemler kıstas alınmazsa, Marksizmin temeli sayılan “neden-sonuç” ilişkisinin dışına çıkılır. Marksizm bir bilimdir ve bilimde mutlaklık yoktur. Mutlaklık, materyalizmin değil, idealizmin argümanıdır. İdealizmdeki mutlaklık ise; tanrıya ve inanca aittir. Verilere dayanarak bir ön görüde bulunmak yöntemsel olarak ne kadar doğruysa, onun mutlak gerçekleşeceğine inanmak da o kadar yanlıştır. Dediğim dedik çaldığım düdük, anlayışı materyalizmin değil, idealizmin bakışını yansıtır.
Kapitalizm, kendini “yeme” sürecini yaşarken, insanlığı da doğrudan doğruya bir çıkmaza doğru sürüklemektedir. İnsanlık bugüne kadar biriktirdiği değerleri, adeta hoyratça savurmaktadır. Hatta öylesine bir hale soktu ki, kendi felsefesi olan idealizmi dahi gereksiz bir hale soktu. O yüzden Marksizm, sadece emekçi sınıfının bir kurtuluşu değil, aynı zamanda insanlığın da kurtuluşudur. Marksist materyalist bakış açısının dışındaki tüm yöntemler şu an için, kapitalizme alternatif olabilecek durumda değildir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder