Neden mücadele etmeliyiz?

Toplumda mücadele eden birileri varsa, haklarınızı elde etmek işin mücadele ediyorsanız, bir şeylerin değişebileceğine inancınız varsa ve o inancı da hayatınızla destekliyorsanız süreç sonunda o toplumun geleceğine dair, son derece güçlü, güvenli ve bir o kadar da umutlu fikirleriniz var demektir.

Bugün öyle ya da böyle eksikleri, yanlışları çok olsa da, sonucunda hala ceza ile karşılaşılsa bile en azından dünümüze, geçmişimize, tarihimize bakacak olursak yaşadığımız dönemde bir çok şey’ i konuşup kısmen de olsa tartışmaya açabiliyoruz.

Tabi ki bu, şu ya da bu iktidarın veya dünya çapındaki gelişmelerin Türkiye’ ye yansıması sonucu değil, bizzat bu topraklar üzerinde, bu konularda bedeller ödeyen, mücadele eden insanların emeğiyle oluşmuştur. Türkiye’ deki bu zeminin oluşmasında bu mücadeleyi yapmış insanların payı büyüktür. Sonuçta mücadele edilmeyen hiç bir hak verilmez. Sen, sonuna kadar direnirsin ve elde edersin.

Bu, sadece Türkiye’ ye özgü bir durum değil, Dünya’ ya tarihsel açıdan baktığımızda da bunun hep böyle olduğunu görürüz. Ezilenlerin, yoksulların emekleriyle, mücadeleleri ile haklar kazanılmıştır. Bugün hala eksikleri olmasına rağmen hiç bir hakkı hiç bir zaman egemen sınıf vermemiştir. Ezilen kesim bedeller ödeyerek kazanmıştır.

Günümüzden yaklaşık 150 yıl kadar önce, dünyanın birçok ülkesinde işçiler günlük 16-18 saatlere varan sürelerde çalışıyordu. Bugün bu süre 8 saate indirildiyse bunlar işçilerin mücadeleleri sonucunda olmuştur. O dönemlerde işçiler ağır koşullar altında ve sağlıksız ve güvencisiz koşullarda çalıştıkları için ortalama 40’lı yaşlara geldiklerinde ölüyorlardı. Talepleri günlük çalışma sürelerini 8 saate indirmekti. O dönemde 8 saat calışma süresi için mücadele eden işçiler, bazı ülkelerde talep ettikleri haklara kavuştular. Örneğin 1848’ te Yeni Zelanda’da, 1855’ te Avustralya’ da kimi işçiler mücadeleleri sonucunda o dönemde 8 saat çalışma haklarını elde ettiler. Örgütlendiler, dernekler kurdular, grevler yaptılar, işverenlerin zor yaptırımlarıyla karşılaştılar, egemenlerin zor aygıtları karşısında direndiler, işlerinden atıldılar, gerektiğinde canlarından oldular ama neticede talep ettikleri hakları elde ettiler.

Konuyu sadece işçilerin ekseriyetinde de görmemek lazım. Bu konu geneldir ve bir çok konuda aynı felsefe geçerlidir. Mücadele eden kazanır.

Çok değil 15-20 yıl öncesinde bile Türkiye' de İnsan Haklarına küfür ediliyordu. Bugün "ileri demokrasi" diyenler demokrasiyi aşağılıyordu...

Ülkemizde bu dönemde halk mücadeleleri, toplumsal muhalefet tabanında gün geçtikçe artan bir pay ediniyor. Bir çok grup çeşitli konularda daha hak için mücadele ederken, hak arama taleplerinin politik bir içerik de kazandığını görüyoruz.

Bir bakıyorsunuz “kentsel dönüşüm” adı altında AKP tarafından uygulanan talana karşı evlerini yıktıkları mahalle sakinlerinin ağzında “barınma hakkı” mücadelelerini görüyoruz.

Bir bakıyorsunuz 4-C düzenlemesine karşı TEKEL işçileri “güvenceli iş hakkı” diyerek aylarca Ankara soğuğunda kar, kış demeden mücadelelerini sürdüyor.

Bir bakıyorsunuz “sağlık hakkı” adı altında tabipler, sağlık personelleri, hastalar, hasta yakınları beyaz eylemler düzenliyor.

Bir bakıyorsunuz işsizlikten bunalmış ataması yapılmayan öğretmenler “çalışma hakkı” adı altında çeşitli eylemlerde bulunuyor.

HES yapılanması karşısında “su hakkı”, doğanın tahrifi karşısında “çevre hakkı” , otobüs ve metro duraklarında söylenen “ulaşım hakkı”, bilimsel ve özgür üniversite için “eğitim hakkı”, sağlıklı koşullarda “yurt hakkı”, ana dilde eğitim hakkı vs.vs. liste uzatılabilir. Mücadele, geçmişte olduğu gibi bugünde birçok konuda çeşitli zaman ve mekanlarda sürdürülüyor ve bunun karşısında bazı haklar elde ediliyor.

Belkide yazının başındaki “mücadele eden kazanır” tümcesini şimdi kurmam gerekirdi. Bu mücadeleler Başbakan’ ın ya da egemenlerin dediği: “Birkaç marjinal grubun işi” kapsamında değildir. Bugün Arap coğrafyasında da halkın hak mücadelelerini görüyoruz. Egemenler çıkıp : “Birkaç marjinal grubun işi” diyor. Türkiye’ de de ezilenlerin, emekçilerin mücadelelerini, bizim egemenlerimiz öyle görüyor.
Bu direnişler, tepkiler, eylemler, mücadeleler bir insanlık sorunudur ve insanların vicdani bir iç muhasebelerinin sonucudur.


İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ ni 1948’de kaleme alan Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nun yaşayan tek üyesi Stephane Hessel gençlere sesleniyor ve “öfkelenin, isyan edin” diyor. Öfkeyi ve isyanı, insan olmanın en önemli şartı olarak görüyor.

Ait olmaktan gurur duyabileceğimiz bir toplum yaratmak için mücadele etmeliyiz. Hak taleplerimizin sonuna kadar arkasında durmalıyız.

Hukuk, Siyaset ve Demokrasi

En son 12 Eylül refefandumuyla 17. kez değişikliğe uğrayan, 1980 faşist darbesiyle gelen ve yürürlükte olan 1982 Anayasası, halen farklı olanların, ötekilerin, ezilenlerin, emekçilerin bir arada özgür ve demokratik koşullarda yaşamasına izin vermemektedir. 1912 – 1913 tarihlerinde İttihat ve Terakki’ nin Selanik’ te yaptığı kongrede alınanan tek dil, tek kimlik, tek bayrak, tek devlet, tek kültür, tek inanç kararları 2011 yılında halen geçerliliğini korumaktadır. Başbakan’ ın meydanlara çıkıp “tek”lemesi bunun en somut kanıtıdır.

12 Eylül ürünü olan 1982 Anayasası’ nın günümüze kadar onlarca maddesi değişse bile halen despot, ayrımcı, ırkçı yapısını muhafaza etmektedir. Yapılan referandumda eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplum vaat eden, 12 Eylül’ ün darbeci generallerini yargılama yolunu açacağını söyleyen AKP iktidarı yine insanları aldatarak, yalanlar üzerine kurulu olan hegomanyasını bir kez daha ortaya çıkardı.

Geçtiğimiz günlerde Bodrum Yalıkavak’ taki Kenan Evren Caddesinin ismini değiştirmek isteyen bir takım ilerici ve aydın insanlar bunun için imza kampanyası başlattı. Basın açıklaması yapacakları sırada jandarmalar gelerek bu insanları gözaltına aldı...

Yani bırakın darbecilerle hesaplaşmayı, onları yargılamayı, onlarla yüzleşmeyi, onların getirdiği anayasal sistemi değiştirmeyi, onların “adını” bile değiştiremiyorsunuz.

Türkiye’ de genel anlamda kabul edilen bir kanı var: kuralları güçlüler koyar. Kim güçlüyse o alkışlanır. 1982 Anayasası %92’ lik “evet” ile onaylayan da bizim halkımızdı bugün 1982 Anayasası' na karşı çıkan yine bizim halkımız...

Siyaset ve hukuk ülkemizde birbirini biçimlendiren, karşılıklı olarak besleyen bir zemindedir..

Zamana ve kişilere göre şekil alıyor. İnsanlar kurallara bakmıyor, nasıl konulduğuna bakmıyor. Kim güçlüyse kural koyucu da o oluyor.

İnsanlar tarih boyunca kendi aralarındaki ilişkilerini düzenlemek için hukuka gereksinim duymuşlardır. En ilkel dönemlerden kalma “güçlü olanın kural koyması” anlayışı bugün ülkemizde en katı bir şekilde kendini göstermektedir. İktidarı ele geçiren egemenler kendi hukuk anlayışlarına göre devleti şekillendiriyorlar. Her iktidar kendi penceresinden bir hukuk çizgisi belirliyor. Bize de hukukun uygulanması sırasında yaşanan problemleri tartışmak kalıyor. Haliyle sorunları da çözemiyoruz.

Tarihe dönüp baktığımızda sınıf devrimleriyle de karşılaşırız. Bunlar burjuva devrimleri ve halk devrimleridir. Halk devrimleri sonucunda halk kendi yasalarını ve hukukunu oluşturmuştur. Aynı şekilde burjuva devrimleri sonucunda egemenler kendi sınıfını ve sermaye sahiplerini korumaya yönelik yasalar ve hukuk düzeni oluşturmuşlardır. Burjuva devrimlerinin kendi yasalarını uygulamaya geçirmeleri oldukça şiddetli olmuş hatta “devlet terörü” şekline dönüşmüştür.

Türkiye’ nin de kuruluşuna ve günümüze kadar olan sürecine baktığımızda genel anlamda egemen sınıfın hakim olduğu anlayışı görürüz.

Kurtuluş savaşı yıllarında halkın katılımı ve etkisiyle 1921 Anayasası halkın çıkarlarını bir nebze olsa korumaya çalışsa da hemen akabinde çıkarılan 1924 Anayasası ile halkın çıkarlarını koruyan, beklentilerini karşılayan çizgiden çıkılarak devleti koruyan bir anayasa felsefesi şekillenmiştir. Sonrasında ortaya çıkarılan anayasalar da bu ülkede yaşayan bireylerin, halkların, emekçilerin taleplerini göz ardı eden, devleti kutsallaştıran ve kurumsallaştıran, devletin işleyişine muhalif olanları bastıran bir yapıda karşımıza çıkmıştır. Tabi ki bu yapı kendini sadece anayasal anlamda değil farklı şekillerde de göstermiştir. İstiklal Mahkemelerine baktığımızda Türkiye’ de hukuk sisteminin bir devlet terörü haline geldiğini görürüz. Aynı şekilde Şark Islahat Planı da buna örnek gösterilebilir. Bu yelpazede bizim tartışma alanımızda yukarıda bahsettiğim gibi: “Bize de hukukun uygulanması sırasında yaşanan problemleri tartışmak kalıyor.”
İstiklal Mahkemelerinde o kadar kişi asalmasaydı, şu kadar kişi asmak yeterliydi, Şark Islahat Planı şöyle olsaydı, böyle olmasaydı vs. şeklinde tartışmalar sürdürüyoruz. Haliyle bu da problemlere çözüm olamıyor.

Sonrasındaki tüm anayasalarımız yine “güçlü olan kural koyar” felsefesinde şekillenmiştir. 1961 darbesi ile ordunun siyasete müdahale etmesi, hukukta yer edinmesi, 1971 darbesi ile MGK denilen yapının kurulması ve ardından gelen faşizan yaptırımlar, 1980 darbesi ile siyasi partiler yasası ve seçim barajlarının yükseltilmesi buna verilebilcek en somut örnekler arasındadır. Bu gelişmelere bir bütün olarak baktığımızda hukuk sistemimizin yapısını rahatça ortaya koyabiliriz. Zaten hukukumuzun çıkışı ve gelişimi temelde siyasi yapıdadır. Darbelerle şekillenmiş bir hukuk sistemi, darbeler üzerine yazılmış anayasal sistem ve devlet terörü dediğimiz kavramın ayyuka çıkmasıdır.
O yüzdendir ki Türkiye’ de hukuk üstünlüğünden bahsedilemez!

Ben bir hukukçu değilim fakat Türkiye’ deki hukuksuzluğu göremeyecek kadar da kör değilim. Hukuk en temel anlamıyla; insanların hak ve özgürlüklerini korumak için biçimlendirilen sistem bütünlüğüdür. Fakat Türkiye’ de hukuk, yapılaşmaya başladığı günden beri toplumsal muhalefeti bastırmak, direneni imha etmek, susturmak, korkutmak, sindirmek, devleti ve mekanizmalarını korumak, sistemin işleyişine muhalif olanları tehdit olarak gören bir zemin üzerine konumlandırıldı. Aslına bakarsanız bu sadece bizim ülkemize has bir sorun değil, kapitalist hegomanyanın genel anlamda böyle bir sıkıntısı var. Bu sorunu sadece ulusal düzeyde görmemek gerekir. Bu aynı zamanda evrensel bir sorundur. O yüzden bu sorunu çözmeye yönelik mücadelemiz enternasyonal düzeyde olması gerekir. Evrensel hukuk ilkelerinin yaklaşımı benimsenmelidir. Toplumun, muhalifin kesiminin bir tehdit olarak görülmemesi gerekir. Bu yazıyı yazarken bile korkulara kapılıyorsam ortada ciddi bir sorun var demektir. Yazıda “özgürlük, derin devlet, savaş, Kürt halkı, demokrasi” gibi kavramları kullandığımdan 3 ay sonra çok basit gerekçelerle ceza alabilirim. Sırf muhalif olduğum için basit gerekçelerle hatta gerekçe gösterilmeden bile ceza alabilirim. Bunun örnekleri çok...
Bu tür muhalif seslere karşı hukuk tıkır tıkır işliyor. Canları istediği zaman hukuk hiç sekteye uğramadan tıkır tıkır işliyor. Yani egemenler güçlü oldukları için kuralları koymakla yetinmiyor aynı zamanda kuralların işleyişini de kafalarına göre işletiyorlar. Bir taş atan, yumurta atan, slogan atan, yazı yazan anında örgüt üyesi olmakla suçlanabiliyor. Ülkemizde gelinen durum bu noktada...

Böyle bir Türkiye atmosferinde siz de ben de herhangi bir sebepten dolayı gözaltına alınabiliriz. Sıra siz de mi ben de mi Soner YALÇIN’ da mı bir önemi yok! Sıra hepimizde !

Ana muhalefet partisi lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun şu sözleri dehşet verici. Kemal Bey öyle kolay karamsarlığa kapılacak ve bunu ifade edecek birisi değil. Ancak, bu denli karamsar ifadeler, tam da bir seçim öncesinde, sanırım daha önce hiçbir ana muhalefet liderinin ağzından duyulmadı:

“Hükümetin referandumla yaptığı değişiklikleri nasıl kişisel ve siyasi amaçlarla kullandığını gördük. Bundan sonra baskı halk tarafından daha hissedilir hale gelecek. Şu anda sesini yükselten, eleştiren bir tek CHP kaldı. Bizi de susturmaya çalışacaklar. Önce CHP’lileri, sonra bazı gazetecileri içeri atacaklar. (…) Her şey daha da kötüleşecek. Bizler için de siz gazeteciler için de. Baskı daha da artacak.”
Düşünün ana muhalefet bile bu derecede kendini baskı altında hissediyorsa, aslında pekte söylenecek söz kalmamış demektir. Bu sebeple Türkiye’ deki siyasi dinamiklere baktığımızda AKP’ nin patronojı altında tek parti rejimi kuruluyor. Bu rejim aslında 2006-2007’ den beri kendini göstermeye başlamıştı. Üniversiteler, ordu, yargı vs. çeşitli devlet mekanizmaları da AKP eliyle şekilleniyor. AKP veya Tayyip Erdoğan bu durumdan memnun olabilir fakat bana göre kendini bu rüzgara çok fazla kaptırmasın. Neticede 23 yıldır öylece duran Tunus vardı hemen yanımızda, 29 yıldır öylece duran Mısır vardı ne oldu o “hiç bir şey olmaz” dediğimiz ülkere ? Bin Ali körfez emirliklerine kaçtı. Humeyni istifa etmek zorunda kaldı. Bugün İran bile kayanıyor... Tarih boyunca her zaman olduğu gibi bu mücadeleyi de yine ezilenler, yoksullar verdi.

Türkiye’ de de ezilenler mücadele veriyor. Kürt halkının demokratik özerklik talepleri, Alevilerin kendilerini ifade edebilme mücadeleleri, kadın direnişleri, emekçilerin mücadeleleri vs. bunlar geniş kitlesel hareketler olmasa da küçük küçük direnişler şeklinde her yerde sürüyor. Bunların karşısında bazı haklar elde ettiklerini de biliyoruz. Zaten siyaset dediğimiz sistemler bütünü de tüm bu mücadeleleri, direnişleri birbirine bağlaması gereken ve bunları düzenli bir şekilde organize eden bilinçli bir çerçevede örgütleyen ve bir plan dahilinde tasarlayan mekanizmadır.

AKP kendisine karşı olanları siyaset yaparak yenmek yerine polis gücünü devreye sokarak muhaliflerini suçla ilişkilendirerek devre dışı bırakıyor. Erdoğan’ ın da dillendirdiği gibi “Polis rejimin teminatır.”
Kürtler mücadeleleri karşısında “ayrılıkçı terör”, ulusalcılar itirazları karşısında “darbeci terör”, sosyalistler muhalif olmaları karşısında “devrimci terör” etiketleri ile ilişkilendirilerek saf dışı bırakılıyorlar.
AKP’ nin bu korkuları aslında kendi korkaklığındandır. Bu sebeptendir ki öğrencilerin yumurtalı protestoları karşısında telaşlanıp sanki karşılarında öğrenciler değil gerillalar varmış gibi tepki gösteriyorlar. Bu sebeptendir ki Başbakanlık önünde yapılan küçük bir gösteri bile büyük bir korku ve paniğe yol açıyor. Çünkü kurdukları hegemonta en ufak sallantı karşısında yıkılabilir. Bu yüzden Tunus’ ta ve Mısır’ da olan gelişmelerin Türkiye’ de olmasından korkuyorlar. Yine bu yüzden Tunus ve Mısır olaylarına bianen çıkıp tek bir resmi açıklama yapamıyorlar.

Demokrasilerde olmazsa olmazlar arasında düşüncelerin ifade edilmesi vardır. Başbakan’ ın çıkıp “Ağzı olan konuşur” diye sitem etmesi demokrasi kültürünü alamamış olmasındandır. Demokrasilerde ağzı olan konuşur zaten! Erdoğan ve grubu kendilerine muhalif olanları politik yaparak karşı çıkmaları gerekirsen zor aygıtları kullanarak anti demokratik bir yapıda cevap vermektedirler. Basın AKP tarafından zapturapt altına alınmıştır. Zaten özgür basın dışında kalanların sermaye yandaşlığı yaptığını biliyoruz. Yandaş medya yaratmakla kalmayan Erdoğan, kendisiyle birleşmeyen medyaya da savaş açmaktadır. Bunun sebebi tahammül üst sınırının çok aşağılarda olmasıdır.

Sendikal haklarını kullanmak isteyen, hak gasplarının karşısında duran, sadece emeğini karşılını isteyen, ödenmeyen ücretlerini isteyen, fazla mesai bedellerini isteyen emekçiler de AKP’ nin “ileri demokrasi” uygulamasıyla karşılaşarak işlerinden atılıyorlar veya polis saldırılarından nasibini alıyorlar.Anayasal haklarını kullanmak isteyenlerin alacağı cevap, AKP’ nin “ileri demokrasi”si böyle...

Demokrasilerin bir yanı adalet ise diğer yanı da eşitliktir. Fakat bu topraklarda ne adaletten ne de eşitlikten söz edemiyoruz. Yasalar önünde sözde eşitlik vardır, fakat yasalar karşısında kapitalist ile işçinin eşitliği, varlıklı olmayanların seçilememesi eşitlik olmamasının göstergeleridir. Çünkü mevcut partilerde seçilme özgürlüğünü kullanabilmek için, seçim propagandalarını yürütebilmek için ciddi miktarlar talep edilmektedir. Partiler arasında da eşitlikten söz edemeyiz. Bir yanda devletin tüm maddi olanakları kullananlar diğer yanda yoksul kesimden oluşan, kendi aralarında topladıkları aidatlarla sınırlı bütçeye sahip partiler eşit olabilir mi? Bu da yetmezmiş gibi %10 seçim barajı, siyasi faaliyetlerdeki kısıtlamalar eşitsizliği daha da artırmaktadır. Türkiye’ de demokrasi dediğimiz “şey” aslına bakarsanız “burjuva demokrasisi”dir. Burjuva demokrasisi de sermaye egemenliğini hakim kılar. Burjuva, bu egemenliğini “yine” işçi ve emekçi halkın üzerine inşa etmektedir.

Hepimizin siyasi mekanizmalardan bağımsız bir şekilde, halkın kendi siyasetini yapması bakmasından siyasi partiler yasasının değişmesini, seçim barajlarının kaldırılmasını, siyasi partilerin bütçelerinin eşitlenmesini, yerel örgütlenmelerin güçlendirilmesini, yerinden yönetimlerin güçlendirilmesini desteklemesi gerekir.Çünkü bugün belediyelerimiz merkezin baskısı altındadır. Halkın iradesi, yönetime katılımı söz konusu değildir.

Emek – Sermaye çelişkisinin olduğu kapitalist sistemde sınıflar ortadan kaldırılmadan, üretim araçlarının mülkiyeti toplum üyelerine verilmeden gerçek anlamda eşitlikten bahsedemeyiz. Ezilen kesimen iktidasi anlamda köleliine son vererek siyasi üstünlük kurması ve haklarının genişletilmesi için demokrasiye ihtiyaç vardır. Türkiye’ de demokratik bir zemin için yaratmak için yapılan mücadele, sınıfın iktidar olma çabasını besleyen en önemli yollardan birisidir. Bu yüzdendir ki bugün bizlerin vereceği demokrasi mücadelesi, yarın sınıfın vereceği iktidar mücadelesinin yapı taşlarını oluşturacaktır. Bu sebeple, bugün kaçamayacağımız demokrasi mücadelemiz bizim tarihsel görevimizdir.

Ilıtılmış Müslümanlık

Türkiye bağımsız bir devlet değil!

Ne bugün ne de geçmişte bağımsız devlet olmak niteliklerine en azından asgari düzeyde sahip değil!

Uluslararası arenada vasal devletler arasındadır. Vasal devletlerin tabii olduğu kurallara bağlıdır.

Türkiye, bağımsız bir devlet olmadığı için haliyle siyaseti de bağımsız değilidir.

Öncelikle -asgari düzeyde- bağımsız bir siyaset temeline dayandıracağımız bir alt yapımızın olması gerekir. Uluslararası düzeyde bağımsız bir Türkiye olabilmek için güçlü bir sermayemizin olması gerekir. Fakat küresel rekabet karşısında Türkiye’ nin çıkarlarını gözetebilecek, bağımısızlığına dayandıran cevap verebilecek yerli bir entelijansı yok!

Peki ne var?

Devlet denilen organizmaya patronajı ifade eden bürokratik yapılar var.

Bunlar asker olabilir, hükümet olabilir, yargı olabilir...

Yapılar ve roller zamanla değişir...

Zaten rol değişmesi de daha çok uluslararası siyasi mekanizmaların Türkiye’ ye biçtiği rolün değişmesine bağlıdır. Türkiye’ de siyasal tutumların neye göre değiştiğini anlamak için küresel siyasetin Türkiye’ ye bakışının nasıl değiştiğine bakma gerekir.

Türkiye’ de kendi iç dinamikleriyle işleyen bir siyaset var mı ? Kamu vicdanı var mı? İnsanları tek bir paydada toplayacak ortak bir ülkü var mı? Toplum üzerinde ortaklaşabilen bir değerler kümesi kaldı mı?..

Küresel boyuttaki kapitalist ideoloji ve onun dayattığı yaşama biçimi daha çok tüketim toplumu modelini ülke tarafından kültürel olarak da üstlenildiği, benimsendeği tarihsel ve geleneksel değerlerini aslında varmış gibi gösterse de, var olduğunu söylese de gerçek anlamda AKP’ ile bile karşılığı yoktur.

Eğer ki ortak bir değerde bütünleşebilseydik, kamu vicdanı denen “şey” olsaydı bu tür erezyonlar karşısında insanlar bir durup, soluklanıp reaksiyonlarını bin yılların kültürüne, geleneklerine bakarak şekillendirirdi...

AKP ve CHP arasındaki ikili siyasi tuzak (biri diğerini besleyen) kapitalizm için bulunmaz hint kumaşıdır.

Bunların dışında da 3. bir mekanizmanın siyaset sahnesine girilmesine izin verilmiyor...

AKP karşıtı olsan CHP’ li ya da CHP benzeri davranmak zorundasın...
CHP karşıtı olsan AKP’ li ya da AKP benzeri davranmak zorundasın...

Bu mekanizmanın kırılması gerekir.

Her iki partiye de karşı çıkıp alternatif yaratılması gerekir. Küresel egemenlik yolunda kararlı bir strateji ile yürüyen küresel boyuttaki kapitalizm hem Türkiye hem de Türkiye’yle beraber İslam dünyasını içine almak istedikleri iktisadi, kültürel ve siyasal mekanizmaları mümkün kılmak için bu iktidar ve bu muhalefetten daha iyi bir siyasi mekanizma istese de yaratamazdı. Bu yapının, siyasi mekanizmanın şu ya da bu şekilde değişmesine –en azından kısa vadede- değişebileceğine inanmıyorum.

Ekonomisi bilmem kaç yüz milyar dolar borçlu, çıkmaya karar vermiş 20 milyar dolarla çökmeye hazır bir ekonomisi olan bir ülke herhangi bir alanda asla bağımsız davranmaya curet edemez. Dolayısıyla sorun ulusal bir sorun değil küresel bir sorundur.

Hatta bir insanlık sorunudur. Çünkü spekülatif sermayenin uyguladığı politikalar sadece dünya egemenliğini değil aynı zamanda insan dediğimiz organizmanın insani olma niteliğini de dönüştüren, insanı insan olmak çıkarıp adeta mutant haline çeviren bir sürecin içerisine doğru sürüklemesini uzun yıllar önce gören kenarda köşede kalmış enternasyonal bakış açısına sahip bir avuç sosyalistlerdir...

Görünen bu! Buna alternatif belki İslam dünyasından çıkabilirdi?.. Fakat ne zaman cemaat kavramıyla faiz kavramı yan yana gelince insanlar şaşırmaya, ve bunu normal görmeye başladı o zaman bu alternatifliği de ortadan kalkmış oldu. Çünkü sistemle birebir uyumlu hale geldi ya da getirirldi. Bunun da adı ılımlı müslümanlık ya da ılıtılmış müslümanlık....

Koca bir İslam dünyasının batı çıkarlarına entegre edilmesi için Türkiye’ ye tasarlanmış bir rol var. Bunun da adı ılımlı müslümanlık. Bu da onlarca yıl devam edecek gibi duruyor...

Torba' dan polis çıktı


"Torba yasa" denilen şey, emekçilerin bir torbaya konarak yerden yere vurulmasıdır.

Çeşitli sendikaların ve siyasi partilerin önderliğinde Türkiye’ nin dört bir yanından “15 bin” civarı emekçi, demokratik ve insanca yaşayabilmek için Ankara’ da toplanarak gösteri yürüşü düzenlemek istediler.

Peki, bunca “emekçi”nin bir araya geldiğini gören iktidar boş mu durdu?

Tabiki hayır!

İleri demokrasiyi emekçilerin üzerinde her zamanki gibi tazyikli suyla, copla, gazla bir güzel uyguladı.

Emekçiler; torba yasayla haklarımız gasp ediliyor, meclise giderek canlı zincir oluşturmak istiyoruz, dediler.

Karşılığında: “Ne meclisi lan! Gidin OSTİM’ de ölün!” benzeri bir cevapla karşılaşarak meclise yürüyemeceklerini anladılar. Meclise yürüyemediler ama gaza, tazyikli suya, coplara rağmen 200 metre kadar yürümeyi başardılar.

Yetmez ama olsun!

Tayyip Erdoğan, Meclis’teki grup toplantısında Hüsnü Mübarek’e çağrıda bulunarak; “Halkın dileklerini dinlemek zorundasın. Halkı memnun etmek için adımlar atmalısın, Halkın çağrılarına ve fazlasıyla insani taleplerine kulak verin. Halkın taleplerini şüpheye yer bırakmayacak şekilde karşılayın” diye akıl verdiğini duyunca emekçiler önce şaşırdı tabi, Başbakan’ın isteklerini dinleyecek sandılar.

Ne bilsinler Başbakan’ ın söylediklerinin ayrı yaptıklarının ayrı olduğunu...

Zaten zor olan yaşamları torba yasalarla daha da zorlaştırılıyordu...

Düştüler yollara insanca yaşabilemek için...

Yollarda otobüsleri defalarca polis tarafından durdurulsa bile, yinede gelmeyi başardılar Ankara’ ya...

KESK, DİSK, TMMOB ve TTB ve bazı siyasi partilerin organize ettiği emekçilerin meşru ve haklı tepkilerini dile getirme isteklerini İçişleri Bakanı Beşir Atalay “hukuk dışılık”la suçlasa da boyun eğmedi emekçiler...

15 bin emekçi Ankara’ ya geldi!

Emekçiler karşılarında polisleri buldular. Ne de olsa polis devletiyiz!

İnsanca yaşam, dediler... Tazyikli suyla Ankara’ nın ayazında ıslatıldılar!

Demokratik haklar, dediler... Gazı yediler!

İş güvenliği, dediler... OSTİM’ i gösterdiler... Copu yediler!

Polisin yaptığı bu şeyin adı düpedüz “devlet terörü”dür!

Peki ne var ne yok bu torbada?

Bunca emekçi neden toplandı?

Polis, halka neden saldırdı?

Torba’ da yok yok. Demokrasi, özgürlük, insanca yaşam falan beklemeyin bunlar yok. Zaten torba değil çorba.

*İş güvenliği yok! Gidip OSTİM’ deki işçiler gibi can vereceksiniz.

*İş sağlığı yok! Çalışacaksınız, üreteceksiniz kullanılmaz hale gelince bir köşeye atılacaksınız.

*Demokratik haklar yok! Öyle örgütlenip haklarınızı savunmak isterseniz avucunuzu yalamakla kalmayıp bir de dayak yersiniz.

*İnsanca yaşamak yok! Nefes aldığınıza şükredeceksiniz. İktidar makarna verirse yiyecekseniz, vermezse öleceksiniz.

*Gençlerin geleceği yok! Zaten çoğu işsiz olan gençlerin bir kısmına emekleri karşısında 3-5 kuruş veriyorlardı artık onu da ellerinden alacaklar.

*Danışmak yok! Emekçileri ilgilendiren kanunlarda emekçilerin görüşlerini almak yok.

*Polis devleti var! Ağzınızı açtığınızda copu yiyeceksiniz.

*Sürgün var! Patronlarınızın elini ayağını öpmezseniz sürüleceksiniz.

*Patronlara destek var! Patronların işçileri sömürmeleri daha da artacak.

*Taşeronlaştırma var! Öyle kadro almayı falan beklemeyin, taşeron firmalara bel bağlanıyor.

*İşsizlik Fonu’nun gaspi var! Resmi 3 milyon işsize karşın, sadece 170 bin kişinin faydalanabildiği İşsizlik Fonu’nun prim gelirlerinin yarısının, taşeron firmalara, Özel İstihdam Bürolarına aktarılmasının yolu açılacak.

*İşsizlik Fonu’ nun patronların lehine kullanılması var! Kriz döneminde, şirketler krizdeyiz diyerek işçi ücretlerini İşsizlik Fonu’ndan aldı. Şimdi bu uygulama sadece genel kriz koşullarında olmayacak, şirket her dara düştüğünde ücretsiz izinler, kısa çalışma ödeneği devreye girecek. Bu uygulamanın olduğu işyerlerinde işten çıkartmalar kolaylaşacak.

2009 yılında yoksulluk oranı yüzde 17.11’den yüzde 18.08’e yükselmiş yani 814 bin artış olmuştur. Nufüsün yüzde 15’i açlık sınırının, yüzde 75’i ise yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır.

Hani kriz hamd olsun teğet geçmişti?

Erdoğan, ülkemizin gördüğü en büyük demagoglardan bir tanesidir.

Evet, emekçilerin TBMM’ ye gidip demokratik tepki ve taleplerinin dile getirilmesi engellendi. Çünkü emekçilerin copu, gazıi tazyikli suyu yoktu.

Güneş tarihte olduğu gibi bugün de balçıkla sıvanamaz. Baskı, şiddet ve cebire dayanan hiçbir şato tarihte de sağlam kalmamıştır, bugün de kalmayacaktır. Demokrasiye tahammülsüzlüğün Tunus’taki, Mısır’daki sonuçlarını bütün çıplaklığıyla görüyoruz. Kurulan saltanatların polisiye baskılarla korunamayacağı açıktır.

Şiddet'sizlik




Çocukken "kardan adam" yaptığımda eriyene kadar bozulmazdı.
Şimdi çocuklar yapıyor, 1-2 saat sonra sokaktan geçen biri kafasını parçalıyor, tekme atıyor.

Şiddet!

Şiddet, insanlık tarihi kadar eskidir. İkisini birbirinden ayırmak öyle kolay bir şey değildir. Bu tarihsel olguyu ekonomik, politik, sosyolojik açıdan değerlendirmeden, kişilerin birbirlerine verdiği mesajlara kafa yormadan, devletin uygulamalarına bakmadan, ortaya çıkan mücadelelerin tahlillerini yapmadan sağlıklı sonuç alamayız ve bu konuları tartışmaya devam ederiz.

Günlük hayatımızda sayısız örneklerini yoğun bir şekilde görmekteyiz.Ailede, okulda, sokakta, askerde her gün karşılaşıyoruz. 8-9 yaşlarında bir çocuğun oyun yüzünden arkadaşıyla anlaşamayıp eve giderek aldığı ekmek bıçağıyla arkadaşını öldürdüğünü bile duyduk...

1980'lerin ideolojik yönü olsada bir yandan da insanların içindeki şiddetlerini dışa vurdukları dönem olarak da tanımlayabiliriz. Çünkü şiddetsiz sadece politik bir algısı olsaydı, bir günde hızlıca kesilip ilerleyen yıllarda bu derecede depolitizasyon başlatılıp, başarılı olamazdı. Farklı biçimlerde çeşitli iletişim yollarıyla, o politik duruşun sergilenmesi beklenmezdi.

Sözün bittiği yerde şiddet başlar. Ülkemizde baştan ayağa bir çok insan sorunlarını şiddetle çözme eğilimindeler Bu özellik bugüne özgü değil 80' li yıllarda da durum böyleydi. Politik çözümlemeler de bile fanatikliğe varacak şekillerde örnekleri gördük. Bu anlamda "şiddet" aslında bir şekilde insanların kendilerini bir "şeyin" içerisinde görme yollarından biridir. 80'lerde şiddetin, bir başı veya sonu düşünüldüğünde makul gerekçelerle asgari düzeyde açıklanabiliyordu. Fakat bugün şiddet tanımlanması zor, amorf bir biçimde hayatımıza yansımaktadır.

Güvenlik paranoyası üzerine kurulu olan "şiddet karşıtı" söylem ise aslında şiddeti kalıcı hale getirir. Varolan şiddeti kendinden soyutlayarak, kendi dışında tutmaya çalışırsın. Onunla ilişkini kesiyorsun ve onun senden uzaklaşmasını istiyorsun. Şiddetsizleşmeyi benimsemek yerine şiddetin kendinden ızaklaşmasını talep ediyorsun. Oralarda bir yerlerde şiddet olabilir ama benim hayatıma girmesin, biçiminde yaklaşılıyor. Şiddet, varoşlarda kalsın, o insanlar maçlara gelmesin, bu tip yerlere doğru düzgün adamlar gelsin vs.vs. benzeri taleplerde bulunarak, aslında şiddetin meşrulaşmasını sağlıyoruz ve toplumun bir kesimini şiddetin merkezine itiyoruz bu da işi daha tehlikeli bir noktaya sürüklüyor.

Sanki şiddeti bizden uzak tutunca ortadan kalkacakmış gibi düşünüyoruz.

Şiddetin başı çeken nedenleri arasında ekonomi şüphesiz en önemlisidir. İnsanlar işsiz kaldıkça geleceğe dair beklentileri olmuyor. Geleceğini göremeyenin, kaybedecek bir şeyi yoktur. Dolayısıyla insanlar düşünmeden bıçağı saplayabiliyor. Şiddet, bizden arınmış değil, sadece bizle yüzleştiği yerlerde problemler çıkıyor. Şiddet uygulamada maliyet ve sınıfsal özellikler de önemlidir. Dediğim gibi bazılarının bıçağı sapladığında kaybedecek bir şeyi yoktur. Kimileri de toplumdaki statülerinden dolayı belki bıçak saplamıyor ama gidip karısını, çocuğunu dövebiliyor. Bunun pek eğitimlede alakası yok. Çünkü eğitimli insanlarda da bu görülüyor. Bu bireyin dünyaya bakışıyla, sahip olduğu değerlerle alakalı bir durum.

Çok değil 20-30 yıl öncesine baktığımızda insanların sosyal hayatı, hobileri vardı. Artık insanların böyle bir hayatı yok. Herkes tek tip hale geliyor. Baştan ayağa bozuk eğitim sistemimizde "sınav ile ölçme" ve her 100 kişiden sadece 10' unun üniversiteye girmesi, geride kalanlar insanların bir kenara itilmesine sebep oluyor. Onlarda kendilerini ifade etmek için şiddete başvurabiliyor. Bu insanlarda mesela stadyumlara gidiyor. Türkiye' de neden futbol bu kadar ilgi çekiyor ?

Sporun böyle bir yönü de vardır. Olimpiyatlar vs. sadece barış için yapılmaz, insanların içinde olan şiddetin kamufle edildiği bir alandır. Bunun adı psikolojideki adı "yüceltme"dir. Buna daha somut bir örnek verecek olursam: saldırma eğiliminde bir kişiliğiniz var bunu boks yaparak açığa vuruyorsunuz. Spor bu enerjinin açığa çıkmasının yöntemlerden birisidir. Ülkemizde insanlar spor yapsa bence şiddet bu derece görülmez. İnsanlar o enerjilerini sokakta boşaltana kadar spor yaparak boşaltabilirler.

Şiddet, aynı zamanda bir "dil"dir. Bağırabilirsin. Sesini yükselterek başka birinin üzerinde etki yararatmak isteyebilirsin. Şiddeti bir güç olarak kullanabilirsin. Kamoyunda meşrulaştırılanda bu zaten! En azından siyasi liderlere bakın, bunu görürsünüz. Bir başkasını bir şey yapmaya zorlamak, hakimiyet kurmak lider olmak için kullanılıyor. Şiddetin kendisinde de bu var: güç ve egemenlik. Kişisel şiddette de var toplumsal olanında da... Biat ettirmek, emeğine el koymak, hayatını kontrol etmek...
Gücün ve egemenliğin karşısında hizmet ve itaat ilişkisi yaratılıyor. Ekonomik, politik, cinsel bir çok konuda bu ilişkiden bahsedebiliriz. Mesela Amerika; bir ülkeyi işgal ediyor, hakimiyetini kuruyor, güç ve itaat ilişkisini kullanarak şiddet uyguluyor hatta şiddeti meşrulaştırıyor. İşin ilginç yönü ise; güç ilişkisi olarak, şiddeti kullananlar aynı zamanda ötekine "Sen şiddeti kullanamazsın, o benim tekelimde" mesajını vererek insanlar pasifleştirerek itaatkar olmasını sağlıyor.

Şiddet, insanları birbirlerinden uzaklaştırarak, düşman haline getiriyor. Kimilerimiz şiddeti meşru hale getirmek için: "Şiddet, doğanın bir parçasıdır." demekteler. Bunu diyenler genellikle insanların sosyal yönünü görmeyen kişilerdir. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerden birisi de yaptığı sosyal üretimdir. Toplumsal ilişkilerin düzeyi farklılaştıkça şiddetin biçimi de değişiyor. Antropolijik anlamda insanlık tarihine baktığımızda uzun yıllar boyunca insan ilişkilerinde şiddet ön plana çıkmamıştır. İnsanlar doğayla daha iç içe oldukça şiddetten uzak duruşmalardır. Eğer şiddeti doğadan aldıysak o dönemlerde şiddete daha çok eğilimli olmamız gerekirdir. Bu sebeple doğadan kendimizi soyutladıkça şiddeti yaratıyoruz. Doğa olayları karşısında insanlar yardımlaşarak hayatta kalabilmiştir.

İnsanın insanı sömürmesiyle, insan doğadan uzaklaştıkça şiddeti açığa çıkarmıştır. O dönemde güçlü olan zayıf olanın elindekini almak için gırtlağını yapışıyordu. Aman, dilemezse öldürüyor, dilerse köle konumuna geliyordu. O gün gırtlağa yapışan bugün zayıf olanın emeğini sömürüyor. Bugün zenginlik, yoksullara uygulanan en büyük şiddettir.Dün kılıcın, mızrağın yarattığı köle ile efendi ilişkisi bugün; piyasalaştırmayla, eğitimle, ahlakla vs. olgularla devam etmekte. Şiddetin hayatın her alanında uygulamakta. Böyle bir atmosferde de bireyden bahsedemeyiz. Çünkü haklarını elde edememiş, özgün olamayan, emekleri gasp edilen birey değil kişidir. Kişi, çalışırken eşitsizliği yaşıyor. İşsizken anlamsızlığı yaşıyor. Kendi durumundan ve çevresindeki insanlardan uzaklaşarak sorunun kaynağı toplumsallığın açık şiddet boyutuna taşınıyor. Zabıta, seyyar satıcıyı dövüyor. Polis, işçiyi dövüyor. Öğretmen, öğrenciyi dövüyor. Hayatın her alanında faşist yapılarla karşılaşıyoruz. Egemenler istediği toplum güdülebilir toplumdur. Birbirimize uyguladığımız şiddet sayesinde sistemi ayakta tutuyoruz.

Alain Badiou ve Enternasyonalizm


"Bence bugün belki de ilk defa, enternasyonalizmin somut biçiminde evrensellik sorusu kesinkes bir zorunluluk arz ediyor. Bu bakımdan, bugün tam da Marx’ın istikametindeyiz. “Manifesto”da Marx, komünistlerle işçiler arasındaki farkın enternasyonalizm olduğunu söyler. İşçilerin belirli bir ülkesinin olmaması çok önemli. Tüm bunlar ikinci evrede (1917 – 1976, Mao’nun ölümü) sosyalizmin bir ülkede kurulması –ulus devlet biçiminde kuruluyor!– fikriyle unutuldu. Sonuç olarak, ulus devlet biçimi komünist hareketler tarafından kabul edildi. Bu, Marx açısından mutlak suretle akıl almaz bir husus. ”Bir ülkede sosyalizmin kuruluşu” Stalinist bir olgudur. Stalin’in gücünü gösteriyor (gülüyor). Bence bugün mutlaka ve mutlaka komünizmin asli ilhamına, yani uluslararası ölçekte olması gerektiği fikrine dönülmeli. Ulus seviyesinde komünist hipotezden bir canlanma umamayız, bu imkânsız. Soruna cevabım şudur: Bugün evrenselliğin somut biçimi, gerçekten de tek bir dünyanın varlığını, bu dünyanın var olan biricik dünya olduğunu, bu dünyanın belirlenimlerimizin, eylemliliğimizin mekânı olduğunu ve bu dünyayı komünizm fikri altında gerçekleştirmenin dolayımsız bir zorunluluk olduğunu doğrulamaktır. Bu uzun bir yol, ulus biçimi ve kapitalizm bizden çok daha küresel (gülüyor). Kapitalizmin mektebindeyiz."


Express Ocak 2011
Selim Karlıtekin - Alain Badiou söyleşisi.

Ulus Milliyetçiliği


Ezen de ulus milliyetçiliğini kullanıyor, ezilen de...
Genelde birinci, ikinciyi kışkırtır.
Genelde ikinciye olumlu yaklaşılır.
Bence ezilene olumlu değer yüklenmesi çokta doğru bir tavır değildir.
Milliyetçiliğin ezeni ile ezileni arasında bir fark yoktur.
Ezilenin kendi mücadelesini vermesi olumlu karşılanabilir. Ama, bunu egemen olan milliyetçiliğin taklidiyle yine milliyetçi çizgide sürdürmesi bu olumluluğu ortadan kaldırır. Çünkü zaman içinde ezilenin de kendine bir "ezilen" bulmayacağının garantisi yoktur. Tarihte bunun örnekleri vardır.

Çok uluslu devletlerde bir arada yaşamak zorunda olan halkların ortaya çıkacak olumsuzlukları ortadan kaldırması gerekir. Birlikte yaşam, zaten kendi içinde bir sürü güçlüğü barındırır. Bu zorlukların aşılabilmesi ise soğukkanlıkla yaklaşılmalı ve olabildiğince geniş görüşlü bakabilmek gerekir. Toplumların bu zeminde birleşmesini sağlayacak olanlar ise beğensekte beğenmesekte o toplumun aydınlarıdır. Önyargılı olmamayı, bencillikten uzak durarak özgeciliği esas almayı, doğmatizm karşısında sorgulayıcı olmayı, disipliner düşünmeyi yine aydınlar sağlayacaktır. Şovenist dayatmalar, aydınların da geri plana çekilmesine yol açar ve sonuç olarak herkes kendi milliyetçiliğini savunmak zorunda kalır.

Zorlaya zorlaya onlarca Kürt aydınını tabiri caizse çileden çıkartıp, milliyetçiliklerine sürükledik. Bunu; 12 Eylül sonrası bildirilerle, evlere şenlik yasalarımızla, baskıyla yaptık. Hatta 12 Eylül' ün yarattığı aydınlarla da: yok "provokasyon" yok "dış güçler" diye yaygara çıkartarak Türk kimliğine dayalı ulus-devlet modelini güçlendirdik. Bugün dahi bu örnekleri görüyoruz zaten.

Milyonlarca insanı bu atmosferde yıllarca yaşatırsanız, kardeşlikten bahseden aydınları dinleyemezler. Aynı zaman ortada bunu anlatacak aydın da bırakmazsınız meydanda. Anlatınca halklarına ihanet etmiş bir aydın imajı çizilir.

Tanımlanması zor olup tartışmalara yol açsa da "ulusal kimlik" denen bir şey var ortada. Fakat ulusal kimlik altında yer alan her şeyin "iyi" olduğu savunulamaz. Çünkü insanlar kendilerini eleştiremez boyuta gelir ve işler olumluya gitmez.

Bu ülke kurulduğu günden beri kendi evlatlarını yok etti. Yalnız Kürtler değil, Türkler' de ulus-devlet modelinde olumsuzluklar yaşadı. Demekki; devlet, ulusun devleti olunca her şey iyi olmuyor. Önemli olan ulus devlet kurmak değil, hayatı demokratikleştirebilmek. Ulus devlet modeli kurarak sosyal hayat demokratikleştiremeyiz, toplumun devleti denetleyebilmesine imkan tanıyamayız.

Tabi bu birazda insanların kendilerini neyle tanımladıklarına göre değişkenlik gösterir. Milliyetçiler, millilikten bahsederken anti-demokratik bir yapılanmayı belkide istemeden yaratırlar. Çünkü "bizim millete" ait ne varsa sorgusuz, sualsiz "benimse" anlayışı güdülür. Bizim milletin dışında kim varsa mantıksızca düşmanlık yaratılır en azından iki millet arasında mesafe oluşmasına yol açar. Millilikten bahsedildiği için insanlığın bütününü kapsayan ilkelerle çelişkiye sebebiyet verir.

Küreselleşmenin de etkisiyle dünyadaki gelişmeler ulus-devlet modellerini benimseyen ülkelerin zayıflamasına yol açmıştır. Artık insanlığın tümüne yönelik değerler ön plana çıkıyor. Böyle bir atmosferde anakronik bir milliyetçilik o ülkeyi dünyadan izole eder. Gerçek gündemden uzaklaştırarak ülkenin gelişmesine ket vurur. Milli değerler ön plana çıkarılarak bunlara karşı çıkan insanlarda hain konumuna düşürülür.

İnsanların ulusal anlamda bir kimliği vardır. Buna lafım yok. Fakat günümüz dünyasında insanlar çeşitli kimlikler altında var olabilmektedir. Mesela Mesut Özil: Türk asıllı, Alman futbolcu ve İspanya' da -Real Madrid' te- oynuyor. Real Madrid ile Galatarasay' ın yaptığı kupa maçında Mesut Özil gol atarak Galatasaray' ı kupadan saf dışı bırakabilir. Mesut' un bundan dolayı vicdan azabı çekmesi anlamsızdır. Mesut' un sahip olduğu kimliklerin hiçbiri, onu ve onun diğer kimliklerini ezen bir önemlilik basamağına koymaması ve konulmaması gerekir. İlla bir kimlik gerekliyse, "yurttaş" kimliği olabilir. Düşüncelerini özgürce ifade edebilen, hakları olan, eleştirel yaklaşabilen, insanlığın bugüne kadar kazandığı tüm değerlere sahip çıkan bir yurttaş...
Ülkemizde malesef bu tür insanlar yok. Zaten olmaması için tepeden dayatılan bir ton uygulama var...

Dünya artık eski dünya değil. 1800' lü yıllardan kalma anlayış artık hükümsüzleşiyor. Devletler arasında geçişler fazladır. Kabuğuna çekilerek Dünya' dan soyut yaşamak anlamsızdır. Küreselleşen kapitalizm karşısında ancak enternasyonal bir perspektife sahip olan ideoloji başarıya ulaşır.

(Evrensel)