Hukuk, Siyaset ve Demokrasi

En son 12 Eylül refefandumuyla 17. kez değişikliğe uğrayan, 1980 faşist darbesiyle gelen ve yürürlükte olan 1982 Anayasası, halen farklı olanların, ötekilerin, ezilenlerin, emekçilerin bir arada özgür ve demokratik koşullarda yaşamasına izin vermemektedir. 1912 – 1913 tarihlerinde İttihat ve Terakki’ nin Selanik’ te yaptığı kongrede alınanan tek dil, tek kimlik, tek bayrak, tek devlet, tek kültür, tek inanç kararları 2011 yılında halen geçerliliğini korumaktadır. Başbakan’ ın meydanlara çıkıp “tek”lemesi bunun en somut kanıtıdır.

12 Eylül ürünü olan 1982 Anayasası’ nın günümüze kadar onlarca maddesi değişse bile halen despot, ayrımcı, ırkçı yapısını muhafaza etmektedir. Yapılan referandumda eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplum vaat eden, 12 Eylül’ ün darbeci generallerini yargılama yolunu açacağını söyleyen AKP iktidarı yine insanları aldatarak, yalanlar üzerine kurulu olan hegomanyasını bir kez daha ortaya çıkardı.

Geçtiğimiz günlerde Bodrum Yalıkavak’ taki Kenan Evren Caddesinin ismini değiştirmek isteyen bir takım ilerici ve aydın insanlar bunun için imza kampanyası başlattı. Basın açıklaması yapacakları sırada jandarmalar gelerek bu insanları gözaltına aldı...

Yani bırakın darbecilerle hesaplaşmayı, onları yargılamayı, onlarla yüzleşmeyi, onların getirdiği anayasal sistemi değiştirmeyi, onların “adını” bile değiştiremiyorsunuz.

Türkiye’ de genel anlamda kabul edilen bir kanı var: kuralları güçlüler koyar. Kim güçlüyse o alkışlanır. 1982 Anayasası %92’ lik “evet” ile onaylayan da bizim halkımızdı bugün 1982 Anayasası' na karşı çıkan yine bizim halkımız...

Siyaset ve hukuk ülkemizde birbirini biçimlendiren, karşılıklı olarak besleyen bir zemindedir..

Zamana ve kişilere göre şekil alıyor. İnsanlar kurallara bakmıyor, nasıl konulduğuna bakmıyor. Kim güçlüyse kural koyucu da o oluyor.

İnsanlar tarih boyunca kendi aralarındaki ilişkilerini düzenlemek için hukuka gereksinim duymuşlardır. En ilkel dönemlerden kalma “güçlü olanın kural koyması” anlayışı bugün ülkemizde en katı bir şekilde kendini göstermektedir. İktidarı ele geçiren egemenler kendi hukuk anlayışlarına göre devleti şekillendiriyorlar. Her iktidar kendi penceresinden bir hukuk çizgisi belirliyor. Bize de hukukun uygulanması sırasında yaşanan problemleri tartışmak kalıyor. Haliyle sorunları da çözemiyoruz.

Tarihe dönüp baktığımızda sınıf devrimleriyle de karşılaşırız. Bunlar burjuva devrimleri ve halk devrimleridir. Halk devrimleri sonucunda halk kendi yasalarını ve hukukunu oluşturmuştur. Aynı şekilde burjuva devrimleri sonucunda egemenler kendi sınıfını ve sermaye sahiplerini korumaya yönelik yasalar ve hukuk düzeni oluşturmuşlardır. Burjuva devrimlerinin kendi yasalarını uygulamaya geçirmeleri oldukça şiddetli olmuş hatta “devlet terörü” şekline dönüşmüştür.

Türkiye’ nin de kuruluşuna ve günümüze kadar olan sürecine baktığımızda genel anlamda egemen sınıfın hakim olduğu anlayışı görürüz.

Kurtuluş savaşı yıllarında halkın katılımı ve etkisiyle 1921 Anayasası halkın çıkarlarını bir nebze olsa korumaya çalışsa da hemen akabinde çıkarılan 1924 Anayasası ile halkın çıkarlarını koruyan, beklentilerini karşılayan çizgiden çıkılarak devleti koruyan bir anayasa felsefesi şekillenmiştir. Sonrasında ortaya çıkarılan anayasalar da bu ülkede yaşayan bireylerin, halkların, emekçilerin taleplerini göz ardı eden, devleti kutsallaştıran ve kurumsallaştıran, devletin işleyişine muhalif olanları bastıran bir yapıda karşımıza çıkmıştır. Tabi ki bu yapı kendini sadece anayasal anlamda değil farklı şekillerde de göstermiştir. İstiklal Mahkemelerine baktığımızda Türkiye’ de hukuk sisteminin bir devlet terörü haline geldiğini görürüz. Aynı şekilde Şark Islahat Planı da buna örnek gösterilebilir. Bu yelpazede bizim tartışma alanımızda yukarıda bahsettiğim gibi: “Bize de hukukun uygulanması sırasında yaşanan problemleri tartışmak kalıyor.”
İstiklal Mahkemelerinde o kadar kişi asalmasaydı, şu kadar kişi asmak yeterliydi, Şark Islahat Planı şöyle olsaydı, böyle olmasaydı vs. şeklinde tartışmalar sürdürüyoruz. Haliyle bu da problemlere çözüm olamıyor.

Sonrasındaki tüm anayasalarımız yine “güçlü olan kural koyar” felsefesinde şekillenmiştir. 1961 darbesi ile ordunun siyasete müdahale etmesi, hukukta yer edinmesi, 1971 darbesi ile MGK denilen yapının kurulması ve ardından gelen faşizan yaptırımlar, 1980 darbesi ile siyasi partiler yasası ve seçim barajlarının yükseltilmesi buna verilebilcek en somut örnekler arasındadır. Bu gelişmelere bir bütün olarak baktığımızda hukuk sistemimizin yapısını rahatça ortaya koyabiliriz. Zaten hukukumuzun çıkışı ve gelişimi temelde siyasi yapıdadır. Darbelerle şekillenmiş bir hukuk sistemi, darbeler üzerine yazılmış anayasal sistem ve devlet terörü dediğimiz kavramın ayyuka çıkmasıdır.
O yüzdendir ki Türkiye’ de hukuk üstünlüğünden bahsedilemez!

Ben bir hukukçu değilim fakat Türkiye’ deki hukuksuzluğu göremeyecek kadar da kör değilim. Hukuk en temel anlamıyla; insanların hak ve özgürlüklerini korumak için biçimlendirilen sistem bütünlüğüdür. Fakat Türkiye’ de hukuk, yapılaşmaya başladığı günden beri toplumsal muhalefeti bastırmak, direneni imha etmek, susturmak, korkutmak, sindirmek, devleti ve mekanizmalarını korumak, sistemin işleyişine muhalif olanları tehdit olarak gören bir zemin üzerine konumlandırıldı. Aslına bakarsanız bu sadece bizim ülkemize has bir sorun değil, kapitalist hegomanyanın genel anlamda böyle bir sıkıntısı var. Bu sorunu sadece ulusal düzeyde görmemek gerekir. Bu aynı zamanda evrensel bir sorundur. O yüzden bu sorunu çözmeye yönelik mücadelemiz enternasyonal düzeyde olması gerekir. Evrensel hukuk ilkelerinin yaklaşımı benimsenmelidir. Toplumun, muhalifin kesiminin bir tehdit olarak görülmemesi gerekir. Bu yazıyı yazarken bile korkulara kapılıyorsam ortada ciddi bir sorun var demektir. Yazıda “özgürlük, derin devlet, savaş, Kürt halkı, demokrasi” gibi kavramları kullandığımdan 3 ay sonra çok basit gerekçelerle ceza alabilirim. Sırf muhalif olduğum için basit gerekçelerle hatta gerekçe gösterilmeden bile ceza alabilirim. Bunun örnekleri çok...
Bu tür muhalif seslere karşı hukuk tıkır tıkır işliyor. Canları istediği zaman hukuk hiç sekteye uğramadan tıkır tıkır işliyor. Yani egemenler güçlü oldukları için kuralları koymakla yetinmiyor aynı zamanda kuralların işleyişini de kafalarına göre işletiyorlar. Bir taş atan, yumurta atan, slogan atan, yazı yazan anında örgüt üyesi olmakla suçlanabiliyor. Ülkemizde gelinen durum bu noktada...

Böyle bir Türkiye atmosferinde siz de ben de herhangi bir sebepten dolayı gözaltına alınabiliriz. Sıra siz de mi ben de mi Soner YALÇIN’ da mı bir önemi yok! Sıra hepimizde !

Ana muhalefet partisi lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun şu sözleri dehşet verici. Kemal Bey öyle kolay karamsarlığa kapılacak ve bunu ifade edecek birisi değil. Ancak, bu denli karamsar ifadeler, tam da bir seçim öncesinde, sanırım daha önce hiçbir ana muhalefet liderinin ağzından duyulmadı:

“Hükümetin referandumla yaptığı değişiklikleri nasıl kişisel ve siyasi amaçlarla kullandığını gördük. Bundan sonra baskı halk tarafından daha hissedilir hale gelecek. Şu anda sesini yükselten, eleştiren bir tek CHP kaldı. Bizi de susturmaya çalışacaklar. Önce CHP’lileri, sonra bazı gazetecileri içeri atacaklar. (…) Her şey daha da kötüleşecek. Bizler için de siz gazeteciler için de. Baskı daha da artacak.”
Düşünün ana muhalefet bile bu derecede kendini baskı altında hissediyorsa, aslında pekte söylenecek söz kalmamış demektir. Bu sebeple Türkiye’ deki siyasi dinamiklere baktığımızda AKP’ nin patronojı altında tek parti rejimi kuruluyor. Bu rejim aslında 2006-2007’ den beri kendini göstermeye başlamıştı. Üniversiteler, ordu, yargı vs. çeşitli devlet mekanizmaları da AKP eliyle şekilleniyor. AKP veya Tayyip Erdoğan bu durumdan memnun olabilir fakat bana göre kendini bu rüzgara çok fazla kaptırmasın. Neticede 23 yıldır öylece duran Tunus vardı hemen yanımızda, 29 yıldır öylece duran Mısır vardı ne oldu o “hiç bir şey olmaz” dediğimiz ülkere ? Bin Ali körfez emirliklerine kaçtı. Humeyni istifa etmek zorunda kaldı. Bugün İran bile kayanıyor... Tarih boyunca her zaman olduğu gibi bu mücadeleyi de yine ezilenler, yoksullar verdi.

Türkiye’ de de ezilenler mücadele veriyor. Kürt halkının demokratik özerklik talepleri, Alevilerin kendilerini ifade edebilme mücadeleleri, kadın direnişleri, emekçilerin mücadeleleri vs. bunlar geniş kitlesel hareketler olmasa da küçük küçük direnişler şeklinde her yerde sürüyor. Bunların karşısında bazı haklar elde ettiklerini de biliyoruz. Zaten siyaset dediğimiz sistemler bütünü de tüm bu mücadeleleri, direnişleri birbirine bağlaması gereken ve bunları düzenli bir şekilde organize eden bilinçli bir çerçevede örgütleyen ve bir plan dahilinde tasarlayan mekanizmadır.

AKP kendisine karşı olanları siyaset yaparak yenmek yerine polis gücünü devreye sokarak muhaliflerini suçla ilişkilendirerek devre dışı bırakıyor. Erdoğan’ ın da dillendirdiği gibi “Polis rejimin teminatır.”
Kürtler mücadeleleri karşısında “ayrılıkçı terör”, ulusalcılar itirazları karşısında “darbeci terör”, sosyalistler muhalif olmaları karşısında “devrimci terör” etiketleri ile ilişkilendirilerek saf dışı bırakılıyorlar.
AKP’ nin bu korkuları aslında kendi korkaklığındandır. Bu sebeptendir ki öğrencilerin yumurtalı protestoları karşısında telaşlanıp sanki karşılarında öğrenciler değil gerillalar varmış gibi tepki gösteriyorlar. Bu sebeptendir ki Başbakanlık önünde yapılan küçük bir gösteri bile büyük bir korku ve paniğe yol açıyor. Çünkü kurdukları hegemonta en ufak sallantı karşısında yıkılabilir. Bu yüzden Tunus’ ta ve Mısır’ da olan gelişmelerin Türkiye’ de olmasından korkuyorlar. Yine bu yüzden Tunus ve Mısır olaylarına bianen çıkıp tek bir resmi açıklama yapamıyorlar.

Demokrasilerde olmazsa olmazlar arasında düşüncelerin ifade edilmesi vardır. Başbakan’ ın çıkıp “Ağzı olan konuşur” diye sitem etmesi demokrasi kültürünü alamamış olmasındandır. Demokrasilerde ağzı olan konuşur zaten! Erdoğan ve grubu kendilerine muhalif olanları politik yaparak karşı çıkmaları gerekirsen zor aygıtları kullanarak anti demokratik bir yapıda cevap vermektedirler. Basın AKP tarafından zapturapt altına alınmıştır. Zaten özgür basın dışında kalanların sermaye yandaşlığı yaptığını biliyoruz. Yandaş medya yaratmakla kalmayan Erdoğan, kendisiyle birleşmeyen medyaya da savaş açmaktadır. Bunun sebebi tahammül üst sınırının çok aşağılarda olmasıdır.

Sendikal haklarını kullanmak isteyen, hak gasplarının karşısında duran, sadece emeğini karşılını isteyen, ödenmeyen ücretlerini isteyen, fazla mesai bedellerini isteyen emekçiler de AKP’ nin “ileri demokrasi” uygulamasıyla karşılaşarak işlerinden atılıyorlar veya polis saldırılarından nasibini alıyorlar.Anayasal haklarını kullanmak isteyenlerin alacağı cevap, AKP’ nin “ileri demokrasi”si böyle...

Demokrasilerin bir yanı adalet ise diğer yanı da eşitliktir. Fakat bu topraklarda ne adaletten ne de eşitlikten söz edemiyoruz. Yasalar önünde sözde eşitlik vardır, fakat yasalar karşısında kapitalist ile işçinin eşitliği, varlıklı olmayanların seçilememesi eşitlik olmamasının göstergeleridir. Çünkü mevcut partilerde seçilme özgürlüğünü kullanabilmek için, seçim propagandalarını yürütebilmek için ciddi miktarlar talep edilmektedir. Partiler arasında da eşitlikten söz edemeyiz. Bir yanda devletin tüm maddi olanakları kullananlar diğer yanda yoksul kesimden oluşan, kendi aralarında topladıkları aidatlarla sınırlı bütçeye sahip partiler eşit olabilir mi? Bu da yetmezmiş gibi %10 seçim barajı, siyasi faaliyetlerdeki kısıtlamalar eşitsizliği daha da artırmaktadır. Türkiye’ de demokrasi dediğimiz “şey” aslına bakarsanız “burjuva demokrasisi”dir. Burjuva demokrasisi de sermaye egemenliğini hakim kılar. Burjuva, bu egemenliğini “yine” işçi ve emekçi halkın üzerine inşa etmektedir.

Hepimizin siyasi mekanizmalardan bağımsız bir şekilde, halkın kendi siyasetini yapması bakmasından siyasi partiler yasasının değişmesini, seçim barajlarının kaldırılmasını, siyasi partilerin bütçelerinin eşitlenmesini, yerel örgütlenmelerin güçlendirilmesini, yerinden yönetimlerin güçlendirilmesini desteklemesi gerekir.Çünkü bugün belediyelerimiz merkezin baskısı altındadır. Halkın iradesi, yönetime katılımı söz konusu değildir.

Emek – Sermaye çelişkisinin olduğu kapitalist sistemde sınıflar ortadan kaldırılmadan, üretim araçlarının mülkiyeti toplum üyelerine verilmeden gerçek anlamda eşitlikten bahsedemeyiz. Ezilen kesimen iktidasi anlamda köleliine son vererek siyasi üstünlük kurması ve haklarının genişletilmesi için demokrasiye ihtiyaç vardır. Türkiye’ de demokratik bir zemin için yaratmak için yapılan mücadele, sınıfın iktidar olma çabasını besleyen en önemli yollardan birisidir. Bu yüzdendir ki bugün bizlerin vereceği demokrasi mücadelesi, yarın sınıfın vereceği iktidar mücadelesinin yapı taşlarını oluşturacaktır. Bu sebeple, bugün kaçamayacağımız demokrasi mücadelemiz bizim tarihsel görevimizdir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder