Marksistler ve Müritler

İnanmak ve bilmek, neredeyse insanlık tarihi kadar eski olan iki ayrı olgu. Bilmek ya da bilinç bir emeğin sonucunda, inanmak ya da inanç ise bir “bilinemezliğin” sonucunda ortaya çıkan fenomenlerdir.
İnsanlık, bugünkü gibi toplum halinde yaşamadan önce de üretmenin, tüketmenin, paylaşmanın bilincine varmıştır. Fiziksel ve zihinsel evrimi bugünkü gibi kompleksif olmadığında bile güdüsel olarak yemeden, içmeden yaşayamayacağını biliyordu. Hayatta kalmak için yemek, yemek için üretmek, üretmek için ise ortaya emek koyması gerekmekteydi. Zamanla, güvenlik unsurları ve iş bölümünü yaratmak adına toplu halde yaşama bilincini edinmiştir. Dolayısıyla “emek” dediğimiz olgu, bilincimizin gelişmesindeki en önemli unsurlardandır.

İnanmak ya da inanç denilen fenomen ise, emeğin dışında kalan, insanın çaresizliğinde ortaya çıkan, bilmediğine “bilmiyorum” demek yerine, sığınma işlevi gören zihinsel bir düşüncedir. İnsanlar binlerce yıl boyunca çevresindeki olaylara gözledikçe, güneşe, suya, toprağa baktıkça, bunları anlamaya çalıştıkça, her çözemedikleri sorunsala “Tanrı” kılıfını giydirmişlerdir. Güneş tanrısı, yer tanrısı, gök tanrısı gibi bilince çıkartamadıkları her şeyi tanrılaştırmışlardır. Böylelikle bilinç düzeyinin çözemediği, üstesinden gelemediği tüm olaylar ve olgular inancın birer öğesi haline gelmiş, böylece çok tanrılı dönem başlamıştır. Zaman içerisinde insanlar daha çok bir arada yaşamaya başladıkça, toplumsal yaşama geçildikçe, sorunlar artmış ve toplumsal yaşamla gelen toplumsal yönetim bir sorun olarak karşılarına çıkmıştır. Çok tanrılı dönem tarihsel anlamda miladını doldurmuş ve toplumun beklentilerini karşılayamaz düzeye gelmiştir.
Toplumun bu beklentilerine cevap vermek ve toplumsal alandaki sorunları çözmek için devlet oluşumu gündeme gelmiştir. İnsanlığın kültürel ve sosyolojik alandaki başlangıcı olan Sümer’ de bir çok devletler hatta imparatorluklar kurulmuştur. Devlet olgusu zaman içerisinde despotik bir yapı sergileyerek, zora başvuran egemenlik hegemonyasına dönüşmüştür. Hatta bu şiddet Sümer efsanelerinin birinde şöyle tasvir edilmektedir: Dişil olan Gök Tanrısı bir ağacın gölgesinde uyurken bir çoban tarafından tecavüz edilmesi sonucunda, kızarak, bütün suları kan yapmış ve Firavun 6. Ramses’e gücünü göstermek için Musa’nın asasını suya batırıp, bütün suları kana dönüştürmesiyle devam etmişti. Sonuç olarak zaman içerisinde devlet şiddeti ile ilahi şiddet birleşerek insan hayatında yer edinmeye başlamıştır.
İnsanın yaşamındaki ve toplumsal hayattaki gelişmelerin hepsi; kendi üst düzeyi olan, olgu ve kavramları tanımlama, onları isimlendirme, anlamlandırma şeklinde devam ederek felsefenin doğmasına ve felsefi düşüncesinin gelişmesine olanaklar sağlamıştır. Tarihte insanlığın toplumsal yaşamı biçimlendikçe, bilinç ve inançta toplumsal anlamda şekillenmeye başlamıştır. Bu süreçte; materyalizm bilincin, idealizm ise inancın felsefi temelleri üzerine kurgulanmış, şekillenmiş ve günümüze kadar gelmiştir. Toplumsal yaşamın artmasıyla birlikte özel mülkiyet kavramı ve bununla birlikte gelen sınıflı toplumun oluşması, idealizm ve materyalizm ile birlikte oluşan toplumsal sistemlerin giderek ekonomi politiklerinin ideolojik gömleğini giymesine yol açmıştır.
Materyalist felsefe, insanlık tarihinin en eski toplumsal sistemi olan, ilkel-komünal toplum ve özel mülkiyet haricindeki toplumsal mülkiyetin temelleri üzerine inşa edilen ekonomi-politiğin doğmasına ve daha sonrasında biçimlenerek ideolojik zemin hazırlamasına analık ederken, idealist felsefe özel mülkiyeti savunan, artı değer ve artı ürün sömürüsünü muhafaza eden, inançlardan nemalanan, devleti ve devletin zor aygıtlarını toplum üzerinde egemenlik aracı olarak kullanan toplumsal yaşamın ana kaynağı haline gelmiştir.
İnanç ve bilinç insanlık tarihi kadar eski iki fenomenlerdir. Her ikisi de toplumsal sistemlerin oluşmasında pay sahibidir. Tabi ki her iki sistemde insanın doğasında var olan, toplumların yarattığı fenomenlerdir. Bundan dolayı insanların doğasında idealizmde, materyalizmde vardır. Hatta Marx’ın kimi bilim adamları için; “labaratuara girince materyalist çıkınca idealist oluyorlar” demesinin altında bu gerçek yatmaktadır.
İdealistlerin kutsal beklentileri vardır. Kutsal kitaplarında yazanların bir gün gerçekleşeceğine inanırlar. Sorgulamazlar, şüphe etmezler, kehanetlerini deneye tabi tutmazlar…
İdealizmi marksizmden ayıran en önemli farkta budur: Marksistlerin en önemli özelliği şüpheci olmalarıdır. Hatta Marx bunu şu şekilde dile getirmektedir: “Benim en temel özelliğim şüpheciliktir.” Bu yüzden Marksistler için, Marx, Marx’ ın kitapları, Marksizm üzerine yazılmış kitaplar ve diğer Marksistler kutsal değildir.
Marksizm, bu özelliğinden dolayı, kimin ne söylediğinden çok, kimin, neyi, ne zaman, ne için, nasıl söylediğini önemser ve kullanmış olduğu bu yöntem ile ortadaki verisel argümanı değerlendirir.
Marksizm ve Marksistler geleceğe dair ön görülerinde duygu ve vicdanı kullanmak yerine somut şartları değerlendirerek, somut tahlillerini akılcı bir yoldan yaparlar.
Toplumsal anlamda bir ilerlemeden bahsedilecekse, Marksizmin çıkış noktası ekonomik anlamdaki yapısal değişimler ve bunan sebep olan iktisadi yasalardır. Bu anlamda sabitlikten bahsedilemez, çünkü; ekonomin her durumda değişebilen bir yapısal özelliği vardır. O yüzdendir ki insanlık tarihine baktığımızda ekonominin, rekabetçi dönemde ayrı, tekelci dönemde ayrı, küreleşme döneminde ayrı işleyişleri ile karşılaşırız.
Rekabetçi dönemde karşımıza “imge” belirleyicisi çıkar. Yani gelişmiş olan ülkelerin, geri kalmış olan ülkelerin geleceğine kendi imgesini vermesi. Tekel dönemde gelişmiş olan ülkelerin, geri kalmış olan ülkelere bağımlılığı ya da yarı bağımlılık ilişkisini dayatması. Küresel dediğimiz dönemde ise, paylaşım konusundaki eşitsizliğin tekeller arası yasaya dönüşerek ülkeler arası çelişkinin zayıflaması. Bu eşitsizliğin çevresinde de Avrupa Birliği gibi onlarca emperyalist ülkenin bir akıl, bir odu, bir parlamento, bir polis teşkilatı, bir merkezi hükümet, bir para birimi vs. olarak birleşmelerini sağlamıştır.
Marx döneminde, böyle bir şeyin olabileceğinin ön görülmesi mümkün değildi. Çünkü o dönemde, kapitalizmin işleyişi bugünkünden farklıydı. Zaten kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası, hala gelişmiş ülkeler tarafından kendini geri kalmış ülkelere dayatıyor olsaydı, değil onlarca kapitalist ülkenin AB etrafında birleşmesi, ancak kendi aralarında savaşıyor olurlardı. Kaldı ki rekabetçi -gelişmiş ülkelerin gelişmekte olanlara kendi imgesini verdiği- süreçte, bugünün AB’ sini oluşturan gelişmiş ülkeler (!) 30 yıl, 100 yıl savaşları yapıyorlardı. Tekelcilik yıllarında ise 2. Dünya savaşı çıktı. Her ikisini de bugünün AB ülkeleri çıkarttı.
Kapitalizmin getirdiği eşitsiz gelişim yasası biçim değiştirip, ülkeler arası eşitlikten tekeller arası eşitlik eksenine geçmemiş olsaydı, emperyalist-kapitalist ülkeler bugün AB’ yi kuramazlardı. Kapitalizmdeki bu evre, sonucunda farklı olmasına yol açtı. O yüzden ortaya konacak öngörüler, verilerle desteklemelidir. Aksi taktirde Marksist materyalist olmak yerine idealizmin getirdiği müritlik anlayışı ortaya çıkar.
Marksist materyalizm, idealizm veya bilinç ve inançla karıştıranların başka bir yanlış kurgusu da fikri sabitliktir. Fikri sabitlik, Marksizm dışı bir yaklaşımdır. Diyalektikte en temel değer olan; “Değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğu” yasası, Marksizm tarafından benimsenen bir bakış açısıdır. O yüzden Marx’ ın, Lenin’ in ya da bir çok kişinin ileriye yönelik öngörülerini “mutlaka gerçekleşecek” şeklinde fikri sabitlik yapılmamalıdır. Çünkü bu, Marksizmin kendisine ters bir bakış açısıdır. Hatta Marx’ ın geleceğe yönelik kimi öngörüleri bile gerçekleşmemiştir. Marksizmin, bu yapısal özelliğinden dolayı bilimselliğinden hiçbir şey kaybetmez. Gelecek için öngörülerde bulunurken, belirtilen her şeyin bir keramet ehlinin alameti gibi mutlaka gerçekleşeceği beklenemez. Gelecek işin yapılan öngörüler, verilere dayanır ve biliyoruz ki veriler değişkendir, sabit kalan veri yoktur. Mesela bir ülkede gelecekte çok önemli iç sorunların yaşanacağının tahmini, hali hazırda varolan verilere dayanarak yapılır. Bu tahmini ortaya çıkaran onlarca veri olabilir. Bunlardan bir ya da bir kaçı yanlış yorumlandığı taktirde veya süreç içerisinde verilerin değişime uğraması gelecek için yapılan öngörülerin gerçeklemesini imkansız hale getirir. Bu yüzden olaya sonuç öngörüsünde –mümkünse- bulunmadan, “neden”lerin üzerinde yoğunlaşılması gerekir. Bu süreçte sadece “sonuç” alınıp, analizler sonucunda tahlil edilmiş veriler, argümanlar ve uygulanan yöntemler kıstas alınmazsa, Marksizmin temeli sayılan “neden-sonuç” ilişkisinin dışına çıkılır. Marksizm bir bilimdir ve bilimde mutlaklık yoktur. Mutlaklık, materyalizmin değil, idealizmin argümanıdır. İdealizmdeki mutlaklık ise; tanrıya ve inanca aittir. Verilere dayanarak bir ön görüde bulunmak yöntemsel olarak ne kadar doğruysa, onun mutlak gerçekleşeceğine inanmak da o kadar yanlıştır. Dediğim dedik çaldığım düdük, anlayışı materyalizmin değil, idealizmin bakışını yansıtır.
Kapitalizm, kendini “yeme” sürecini yaşarken, insanlığı da doğrudan doğruya bir çıkmaza doğru sürüklemektedir. İnsanlık bugüne kadar biriktirdiği değerleri, adeta hoyratça savurmaktadır. Hatta öylesine bir hale soktu ki, kendi felsefesi olan idealizmi dahi gereksiz bir hale soktu. O yüzden Marksizm, sadece emekçi sınıfının bir kurtuluşu değil, aynı zamanda insanlığın da kurtuluşudur. Marksist materyalist bakış açısının dışındaki tüm yöntemler şu an için, kapitalizme alternatif olabilecek durumda değildir.

Her şey suç amnaskim

5237 S.lı Türk Ceza Kanunu MADDE 125

(1) (Değişik: 29/6/2005 – 5377/15 md.) Bir kimseye onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte somut bir fiil veya olgu isnat eden veya sövmek suretiyle bir kimsenin onur, şeref ve saygınlığına saldıran kişi, üç aydan iki yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır. Mağdurun gıyabında hakaretin cezalandırılabilmesi için fiilin en az üç kişiyle ihtilat ederek işlenmesi gerekir.

(2) Fiilin, mağduru muhatap alan sesli, yazılı veya görüntülü bir iletiyle işlenmesi halinde, yukarıdaki fıkrada belirtilen cezaya hükmolunur.

(3) Hakaret suçunun;

a) Kamu görevlisine karşı görevinden dolayı,

b) Dini, siyasi, sosyal, felsefi inanç, düşünce ve kanaatlerini açıklamasından, değiştirmesinden, yaymaya çalışmasından, mensup olduğu dinin emir ve yasaklarına uygun davranmasından dolayı,

c) Kişinin mensup bulunduğu dine göre kutsal sayılan değerlerden bahisle,

İşlenmesi halinde, cezanın alt sınırı bir yıldan az olamaz.

(4) (Değişik: 29/6/2005 – 5377/15 md.) Hakaretin alenen işlenmesi halinde ceza altıda biri oranında artırılır.

(5) (Değişik: 29/6/2005 – 5377/15 md.) Kurul hâlinde çalışan kamu görevlilerine görevlerinden dolayı hakaret edilmesi hâlinde suç, kurulu oluşturan üyelere karşı işlenmiş sayılır. Ancak, bu durumda zincirleme suça ilişkin madde hükümleri uygulanır.

MADDE GEREKÇESİ

MADDE 125.– Madde metninde hakaret suçu tanımlanmıştır. Hakaret fiillerinin cezalandırılmasıyla korunan hukukî değer, kişilerin şeref, haysiyet ve namusu, toplum içindeki itibarı, diğer fertler nezdindeki saygınlığıdır.
Bu düzenlemede 765 sayılı Türk Ceza Kanununda benimsenen hakaret ve sövme suçu ayırımı kaldırılmıştır.
Hakaret suçunun oluşabilmesi için, kişiye somut bir fiil veya olgu isnat edilmelidir. Örneğin, kamu görevlisinin bir kişiden bir iş karşılığında belli bir miktar rüşvet aldığı yönünde isnatta bulunulması durumunda hakaret söz konusudur. Kişiye isnat olunan somut fiilin gerçek olup olmamasının, hakaret suçunun oluşması bakımından bir önemi yoktur. Ancak, iddia olunan hususun gerçek olduğunun ispat edildiği durumlarda, fail cezalandırılmayacaktır.
Keza, kişiye herhangi bir olayla irtibatlandırmadan, soyut olarak yakıştırmalarda bulunulması hâlinde de, hakaret suçu oluşur. Kötü bir niteliği veya huyu ifade eden sözler, somut bir fiil veya olguyla irtibatlandırılmadıkları hâlde, yine de hakaret suçunu oluştururlar. Örneğin, bir kimseye “serseri”, “alçak”, “hayvan” denmesi hâlinde, somut fiil isnadı söz konusu değildir. Aynı şekilde kişiye soyut olarak “hırsız”, “rüşvetçi”, “sahtekâr”, “fahişe” gibi yakıştırmalarda bulunulması hâlinde de hakaret suçu oluşmaktadır. Kişinin bedenî arızasını ifade etmekle veya kişiye bir hastalık izafe etmekle de hakaret suçu işlenmiş olur. Örneğin, kişiye “kör”, “şaşı”, “topal”, “kambur”, “kel” vs. demekle; kişiye “psikopat”, “frengili” veya “AİDS’li” demekle, hakaret suçu işlenmiş olur.
Dikkat edilmelidir ki; davranışın kişiyi küçük düşürmeye matuf olarak gerçekleştirilmesi gerekir. Kişiye onu toplum nazarında küçük düşürmek amacına yönelik olarak belli bir siyasî kanaatin isnat edilmesi hâlinde de hakaret suçu oluşur. Örneğin, bir kişiye “faşist”, “komünist” veya “mürteci” demekle, hakaret suçu işlenmiş olur. Bir kişiye izafeten söylenen sözün veya bulunulan davranışın o kişiyi küçük düşürücü nitelikte olup olmadığını tayin ederken, toplumda hâkim olan telâkkileri, örf ve âdetleri göz önünde bulundurmak gerekir.
Hakaret suçu, kişi muhatap alınarak işlenebilir. Bu durumda huzurda hakaret söz konusudur.
Hakaret suçu, kişinin gıyabında da işlenebilir. Kişiye hazır bulunmadığı bir ortamda veya doğrudan muttali olamayacağı bir surette hakaret edilmesi durumunda, gıyapta hakaret söz konusudur. Ancak, gıyapta hakaretin cezalandırılabilmesi için, fiilin mağdurun gıyabında ve fakat en az üç kişiyle ihtilat ederek işlenmesi gerekir. Bu kişilerin toplu veya dağınık olmalarının suçun oluşumu üzerinde bir etkisi yoktur. Bir veya iki kişiyle ihtilat ederek de mağdura hakaret edilebilir. Bu gibi durumlarda da esasında bir haksızlık gerçekleşmektedir. Ancak, izlenen suç siyaseti gereğince, gıyapta hakaretin cezalandırılabilmesi için, mağdurun gıyabında en az üç kişiyle ihtilat edilerek, yani en az üç kişi muhatap alınarak hakaretin yapılması şart olarak aranmıştır.
Maddenin ikinci fıkrasında, hakaretin mağduru muhatap alan sesli, yazılı veya görüntülü bir mesajla yapılması hâlinde, birinci fıkra hükmüne istinaden cezaya hükmedileceği kabul edilmiştir. Buna göre, kişiyi muhatap alan mektup, telgraf, telefon ve benzerî araçlarla yapılan hakaret de, huzurda hakaret olarak cezalandırılmalıdır.
Maddenin üçüncü fıkrasında, hakaret suçunun kamu görevlisine karşı görevinden dolayı işlenmesi, bu suçun bir nitelikli hâli olarak kabul edilmiştir. Keza, hakaret suçunun dinî, siyasî, sosyal, felsefi inanç, düşünce ve kanaatlerini açıklamasından, değiştirmesinden, yaymaya çalışmasından, mensup olduğu dinin emir ve yasaklarına uygun davranmasından dolayı ya da kişinin mensup bulunduğu dine göre kutsal sayılan değerlerden bahisle işlenmesi hâlinde, verilecek cezanın bir yıldan az olamayacağı hüküm altına alınmıştır.
Maddenin dördüncü fıkrası hakaret suçunun alenen işlenmesi, bu suçun bir nitelikli şekli olarak kabul edilmiştir. Aleniyet için aranan temel ölçüt, fiilin, gerçekleştiği koşullar itibarıyla belirli olmayan ve birden fazla kişiler tarafından algılanabilir olmasıdır.
Keza, aleniyetin basın ve yayın yoluyla gerçekleşmesi durumunda artırma oranı ayrıca düzenlenmektedir.
Maddenin son fıkrasında, kurul hâlinde çalışan kamu görevlilerine görevlerinden dolayı hakaret edilmesi hâlinde, suçun kurulu oluşturan üyelere karşı işlenmiş sayılacağı hüküm altına alınmıştır.

Muhafazakar neyi muhafaza eder ?

Muhafazakarlığın siyasi bir ideoloji olarak filizlenmesi 19. Yüzyılın başlarında olmuştur. Barındırdığı kimi motifler çok daha eskilere dayansa da muhafazakarlık 18. Yüzyılda Avrupa’ da yaşanan aydınlanmaya tamamen olmasa bile bir tepki niteliğindedir. 1789 Fransız İhtilali’ nin getirdiği jakoben anlayışa tepkidir.

Muhafazakarlık, kapitalizmin getirdiği “üretim tarzı ve ilişkileri” ile “serbest piyasayla metalaşma” konularında özsel anlamda bir çelişki yaşamamaktadır.

Dünya tarihinde halk devrimleri de burjuva devrimleri de olmuştur. Her ikisi de kendi politik görüşlerini yansıtmıştır. Yaşanan burjuva devrimleri sonrasında şekillenen uluslararası siyasi politikalarda önce kapitalizmin emperyalizme evrilmesinde ve sonrasında yayılan sosyalizme karşıtlık oluşturmasında milliyetçilik akımının ve dinsel motiflerin kullanılmasıyla muhafazakarlık biçimlenmiştir.

Muhafazarlığı temelde iki noktadan ortaya koyabiliriz. Birincisi; muhafazakarlık, insanların eşit olmadığını ve hiçbir zamanda olamayacağını savunur. Ayaklar hep ayak olarak kalacaktır… Dolayısıyla bugün muhafazakar kimlikten gelen iktidarın “eşitlik” söylemleri yalanlar üzerine kuruludur. İkincisi ise; muhafazakarlık temelde “muhafaza eden” anlamı da taşıdığı için içinde bulunduğu ekonomi politakasının ve toplum düzenininin en iyisi olduğunu varsayar .Dolayısıyla iktisadi politikalara ve toplumsal düzene getirelen eleştirelere, müdahalelere müthiş derecede karşı çıkar.

İşte bu yüzden muhafazakarlık ilk gününden beri entelektüel ve teori karşıtı olmuştur. Çünkü eleştirel düşünceyi her zaman tehdit olarak görmektedir.

Günümüzde liberalizmin bireyciliği muhazakarlıkla eklemlenmiştir.

Muhafazakarlık, insanların eşitlik ve gelişim için teori üretmelerine her zaman karşı durmuştur. Günümüzde ise piyasacılık temelinden hareketle muhafazakarlığı “yeni sağ” olarak da tanımlayabiliriz.

Muhafazakar ideolojide alttaki sınıfın üsttekine tepkisi ile üstteki sınıfın geniş kitleler üzerindeki siyasal baskı mekanizması vardır. Yönetici kesim, “başka bir düzen arayışı şu anki düzenin bile gerisine götüreceğini”, “kargaşa getireceğini”, “insanlığın biteceğini”, “ölümlerin olacağını” vb. yaymak zorunda olduğu müddetçe muhafazarklığa sarılacaktır. Fakat bir de işin görünmeyen yüzü vardır: Kapitalist düzenin getirdiği muhafazakarlığın ideolojik ve kültürel hegemonyası altında bulunan halklar da “değişim” “dönüşüm” “yıkım” korkusuna kapıldığı açıktır.

Serbest piyasacılığı savunan bir aydının liberal olmasını, piyasacılığı bir şekilde benimsemesini anlayabilirim fakat kitlelere hitap eden ve halkın desteğini alan muhafazakar yapıdaki liberal siyasi partiler bunu iktisadi politakalarında uygulayarak nasıl olurda halktan “hala” bu kadar destek görür ? Kayıt dışı olarak karın tokluğuna çalışan, asgari ücretli, işsiz, işini kaybetme korkusu yaşayan, ürünü para etmeyen çiftçi nasıl olurda küreselleşmenin etkisiyle serbest piyasacılığı savunan bir siyasi partiye taraftarlık düzeyinde bir destek verir ?

Günümüzdeki bu “yeni sağ”cıların demokrasi anlayışı ise yine liberal zihniyetindedir. Birbirleriyle rekabet halindeki siyasi partiler halktan oy ister; iktidara gelen parti ise halk tarafından her şey için yetkilendirilmiş demektir… Halkın oy verip iktidara getirdiği partinin yaptığı işlere karşı çıkanlar, her durumda “halkın dışında”, “entel”, “marjinal”, “iki koyun bile güdemeyecek” kişilerdir… Dolayısıyla karşımızdaki muhafazakarlığı, karşıtını karşıtın ötesinde “anomali” sayan bir totaliterliğe doğru evrilmektedir.

Bir sol partiye “muhafazakar” dediğimizde onu yermiş oluruz.

Bir sağ partiye “muhafazakar” dediğimizde onu övmüş oluruz.

Bugüne kadar Türkiye’ de “sağ” kesimde iktidar olan Menderes’ in DP’ si, Demirel’ in AP’ si, Özal’ ın ANAP’ ı, Erbakan’ ın MNP,MSP, RP, FP, SP’ si ve Erdoğan’ ın AKP’ si duruşları birbirinden farklıdır…Hatta Erbakan…’ ın muhafazakarlığı ile Tayyip’ in muhafazakarlığı bile birbirinden farklıdır.

Mesela,

ANAP’ ın muhafazakarlığı; “Cuma’ ya da giderim rakımı da içerim” derken AKP bunu demiyor hatta dedirtmiyor.

Bu durumda ise karşımıza iki durum çıkıyor. Birincisi muhafazakarlık sağcılığın sosudur… İkincisi muhafazakarlık tartışması AKP’ nin hoşuna gider çünkü tartışmanın sonucu ne olursa olsun AKP güçleneceğini bilir… “Ben muhafazakarım” demenin altında “Ben Müslümanım, dindarım, Osmanlıyım, ecdadıma laf ettirmem” de yatıyor. Bugün AKP tarafından dini motiflerin ve milliyetçi kimliğin öne çıkması bu yüzdendir. Çünkü muhafazakarlık; hem milliyetçiliğin hem de dindarlığın kardeşidir.

AKP, DP ve AP gibi partilerden muhafazakarlık anlamında farklılaşmıştır. AKP diğerlerine göre daha İslamcıdır… Herkesin gördüğü bir gerçek var : İslami ahlak, İslamin aileye bakışı, kadına bakışı AKP öne çıkararak oy topluyor…

AKP’ nin muhafazakarlığı farklı olduğu gibi milliyetçiliği de farklı… Öncelikle AKP, milliyetçiliğini “ecdadımız Osmanlı” ile birleştiriyor. Ancak Cumhuriyetçilerin karşısında Kürt meselesi hakkında “Osmanlıcılık” yerine , “Türk milliyetçisi” olarak karşımıza çıkıyor. Her sağ partide olan bu “yanar döner” tavrı muhafazakar olan AKP’ de hatta ona oy veren %47’ de de görmekteyiz. Bunun bir çok örneği var: Magazin izlemiyorum derken, magazin programlarının reyting rekorları kırmıyor mu ? Konya, Türkiye’ nin en çok içki tüketilen şehri değil mi ? Google’ da en çok aranan “sex” kelimesinin başını Erzurum çekmiyor mu ? Örnekleri çoğaltmak mümkün…

Peki bunları düşündüğümüzde muhafazakar olan AKP’ ye ne demeliyiz ? İslamcı ? Milliyetçi ? Sağcı ?

Bence “hepsi”dir.

Tabi hepsinden önemlisi ise sınıfsal zemindeki sağcılığıdır.

Sınıfsal düzlemde sağcı ve muhafazakar olan AKP’ nin devlet ile toplum ilişkisi ise şöyledir : Her muhafazakar parti gibi AKP’ de cemaatçi bir karakter taşıdığından dinsel değerleri ve kurumları muhafaza ediyor. Mesela erkek üstünlüğü, kadınların nisa suresine göre yaşaması gerektiğini, en az üç çocuklu bir aile yapısını egemen kılarak İslami normlara göre bir toplum düzeni yaratmak istiyor. AKP sadece bu açısıyla bile paternalist devlet anlayışını uygulamak zorunda. Bu anlayıştaki bir iktidarın da demokratik olmasını beklemek olmaz. Bekleyen varsa bile günaha giriyordur! Erdoğan bu zihniyetten farklı olsa başkanlık sistemini de istemezdi.

AKP’ nin muhafazakarlığı açısından devletle olan tek sıkıntısı onun laik yapısıdır. Onu da yeniden yapılandırdığında devletle bir sorunu kalmaz. Laikliği değiştiremese bile en azından yargıya yaptığı gibi içini boşaltır. Yani AKP’ nin derdi demokratikleşme değil… Çünkü toplumu hiyerarşik bir aile, devleti de bu ailenin çatısı olarak gören bir zihniyet, tabiki de siyasi otoritenin tek elde toplanmasını ister.

AKP’ nin muhafazakarlığı; emek sermaye çelişkisini, dinsel motiflerde biat kültürünü oluşturmak için sadaka düzenini aktif kılmaktan ibarettir. Neo-liberalizmin insanlık dışı uygulamalarını savunurken, tüm bu düşüncelerini ülkenin ekonomik refahının yükselmesi için “olmazsa olmaz” olarak görüyor. Çalışlanların ekonomik ya da sosyal haklarından bahsedildiğinde bunu hiç üstüne almadan ancak sosyalist devletlerde olduğunu söylemedi mi ? Sermayenin çıkarlarını göz eden iktidar, iş emekçilerin haklarına gelince nedense hiç oralı bile olmuyor ! Sonra da çıkıp biz “halktanız” diyor. .. Doğru ya halkımız zaten emekçi değil, hepsi sermayeder…

Demekki ne kadar muhafakar o kadar kar!

AKP Siyaset Akademisi yöneticilerinden Nabi Yağcı şöyle demiş: “Yeni bir ideoloji arayışı içerisindeyiz. Marksizm’ den alıyorz ama Marksist değiliz, liberalizmden alıyoruz ama liberal değiliz, İslam’ dan alıyoruz ama dinci değiliz, batılı muhafazakarlardan alıyoruz ama batıcı değiliz… Genel bakışımız çağdaş muhafazakarlıktır.”

Yani şöyle mi diyelim: AKP’ ye göre AKP’ nin hedefi çağdaş muhafazakarlıkmış…

Ya da şöyle mi diyelim: “Yalanın batsın!”

Koca bir İslam dünyasının batı çıkarlarına entegre edilmesi için Türkiye’ ye tasarlanmış bir rol var. AKP’ de bunun adını “çağdaş muhafazakarlık” olarak tanımlıyor.

Muhammed’ in Zevceleri

1- Hatice: (28 ya da 40 yaşında) Huveylid'ibn Esed'in kızıdır. Daha önce Ebû Hale Zürâre ile evlenmiş ve ondan Hind adında bir kızı olmuştur. O ölünce de Atik ibn Aiz ile evlenmiş Abdu Menaf isiminde bir çocuğu olmuştur; sonra ondan boşanıp Muhammed ile evliliğinde 6 çocuğu olmuştur ama gerek yaşı gerekse çocuklarının bazılarının Muhammed'den mi yoksa önceki kocalarından mı olduğu konusu tartışmalıdır. Özellikle Şii'ler Fatıma dışındaki kızlarının Muhammed'den olmadığını; ikinci kocasından veya kızkardeşinin çocukları olduğunu söylerler. Yaşı 28 ya da 40 dır. Bu konuyu şu linkte incelemiştim:

2- Sevde bint Zem'an : 50- 55 yaşında olduğu söylenir. Muhammed'in eşleri arasında en az bilgi sahibi olduğumuz o dur. Muhammed ile evlenmeden önce es-Sukran ibn Amir ile evli idi. Kocası onu Habeşistana götürmüş orada Hristiyan olmuş ama Sevde müslümanlığını korumuştur. Daha sonra kocası ölünce Mekke'ye geri dönmüş ve Muhammed bakılması ve yetiştirilmesi gereken ufak çocuklarını yetiştirmesi için onunla evlenmiştir. O da Muhammed'in çocukları ile kendi çocukları gibi yakından ilgilenmiş ve onları yetiştirip büyütmüştür. Lakin Muhammed ondan gördüğü bütün bu iyiliklere rağmen Sevde'nin yaşlı oluşuna daha fazla tahammül edemeyip onu boşamak istemiştir. Prof. İbrahim Canan'in ( Müslim, Rada 47) 'den olayı şöyle aktarır :

"Hz. Sevde (r.a.)'yi Efendimiz boşamak isteyince, büyük kadın gelmiş ve Allah Resulüne adeta yalvarmış...gününü Aişe (r.a.)'ye verdiğini ortaya koymuş, tek isteğinin peygamber zevcesi olarak vefat etmek olduğunu ifade etmişdi ki, bunlar Allah Resulü'nin nikahı altında kalabilmek için yapılan fedakarlıklardı." [Hadis Ansiklopedisi-Kütüb-i Sitte c.3 syf. 69]

Ölmeden önce kendi oturduğu daireyi Aişe'ye vasiyet etmiş ve o ölünce Aişe kendi yatak odasını genişletme imkanı bulmuştu. Bu bilgiyi de Hamidullah İslam Peygamberi s.561 no.1101'de Samhûdi, 2, s. 464'den yaptığı aktarımda buluyoruz.

3- Aişe: (Yaşı kesin olarak 9 'dur) Ebu Bekr'in kızıdır. Muhammed kendisi ile nikahlandığında henüz 6 yaşındaydı, zifafa girdiğinde ise 9. Aişe başlı başına ayrı bir başlık konusudur, bu liste içinde detay bilgi vermeyeceğim ama bilahire ayrı olarak inceleyeceğim. Şimdilik Martin Kings (Ebubekir Siraceddin)'in Hz. Muhammed'in Hayatı kitabı s.142'den bir ufak bir aktarım yapıyorum :

"Aişe (r.a.) şöyle anlatıyor : Ben arkadaşlarımla beraber bebeklerimle oynardım. O sırada Peyganber (s.a.v) gelirdi. Onu görünce arkadaşlarım kaçışırlardı. Fakat Peygamber (s.a.v) onları ben onlarla beraber olmak istediğim için geri getirirdi. Bazen onlar kaçmaya fırsat bulamadan: "Olduğunuz yerde kalın" derdi. Çocukları sevdiği ve kızlarıyla oynamaya alışık olduğu için bazen onlara katılıp oyun oynardı. Oyuncakların ve bebeklerin bir çok rolleri vardı. Aişe (r.a.) şöyle diyor: Bir gün ben oyuncaklarımla oynarken Peygamber (s.a.v) içeri girdi ve : "Ey Aişe bu hangi oyun ?" dedi. Ben "Süleyman'ın atları" dedim. O da bana güldü. Fakat bazen geldiğinde onları rahatsız etmemek için cübbesine bürünür beklerdi."

4- Hafsa: (Yaşı 18-22 arası olarak geçer kayıtlarda) Ömer'in kızıdır. Daha önce Huneys ibn Huzafe ile evliydi ama kocası H. 3. yılında Uhud'da hayatını kaybetti. Hafsa 18 yaşında dul kalmıştı ve babası onu önce Ebu Bekr'e vermek istedi ama o kabul etmedi sonnra Osman'a vermek istemesine rağmen Osman da evlenmek istemedi. (Neden acaba ? Belki Uhud'da ölen kocası Osman'ın yakın bir arkadaşıydı ve Osman onunla evlenme fikrini "etik olarak" kabul edemedi )

Bunun durumu Muhammed'e söyleyen Ömer, Muhammed'den şöyle dedi : "Ya Ömer! Hafsa, Osman’dan, Osman da Hafsa’dan daha hayirli birisiyle evlenecektir."

Ömer büsbütün merak içerisinde kalmıştı. Osman’dan daha hayırlı damat kim olabilirdi ki ? Aradan birkaç gün geçtikten sonra Muhammed Hafsa’ya talib oldu--Osman'dan daha hayırlı olan kişi kendisiydi -- Ömer'e dedi ki: "Sen kızın Hafsa’yı bana nikahlarsın. Ben de kızım Ümmü Gülsüm’ü Osman’a nikahlarım..."

İlginçtir ama Sunni kaynaklarda Ebu Bekr ve Osman'ın Hafza'yı almayı reddetmesinin sebebi olarak bu iki ismin de "Peygamberlerinin Hafza ile evlenmek istediğini bilmeleri" diye geçer. Ömer onların teklifini reddetmelerine çok içerlenmiş ve kızmıştı, normal koşullarda bu iki ismin de saygı ve sevgi duydukları Ömer'in teklifini reddetme davranışında bulunmaları biraz uzak ihtimal, bu yüzden bu tahmin daha uygun düşüyor bu bağlamda.

Ebu Davud'da Ömer'den yapılan bir aktarım ile Muhammed'in onu boşadığı ama sonra tekrar geri aldığı (talak-ı reci) yazılıdır.

(Ebu Davud Talak, c. 2, 2276) Bu durum İbn İshak ve Taberi'de (c.9 dipnot 884 s.131)'de de geçer.

(Talak-ı reci: Koca bir defa “boş ol” “seni boşadım” derse ve sonra pişman olup eşine dönmek isterse ve kadının iddet müddeti geçmemişse mehir vermeden ve tekrar nikah kıymadan eşine dönebilir--Sadreddin Yüksel)

Hafza'nın yaşını şöyle hesaplayabiliriz :

Hicret yılı 622'dir.

Hicretin 45. yılı ölmüştür (S.Ateş S.332)

Yani 667 yılında vefat etti.

Öldüğünde 60 yaşındadır (Tabari c.39 syf.174)

O halde doğumu 607 dir.

Kocası Uhud savaşında ölünce dul kaldı.

Uhud savaşı yılı 625 tir.

Bu durumda dul kaldığında 18 yaşındadır

Babası Ömer o dul kalır kalmaz onu evlendirmek için Ebu Bekr ve Osman'a gitmiştir, kabul görmeyince Muhammed almıştır.

Bu durumda muhtemelen dul kaldığı sene evlenmiştir ve yaşı 18'dir. (Tabii 1 veya 2 yaş fazla olma ihtimali de Muhammed'in onu kocasının ölümüden ne kadar süre sonra aldığına bağlı olarak mümkündür)

5- Zeyneb binti Huzeyma : (30 yaşındaydı) Necidli Huzeyme'nin kızı. İlk kocası müslüman Tufeyl ibni Haris idi ama ondan boşanıp kardeşi Ubeyde bin Haris ile evlendi o da Bedir'de hayatını kaybedince dul kaldı. Muhammed onu amcasından istedi ve 400 dirhem gümüş mehir *vererek aldı. Muhammed onunla evlendiğinde 30 yaşındaydı (Hamidullah, İslam Peygamberi S. 564, n.1104) Muhammed ile evlendikten üç ya da sekiz ay sonra vefat etti.

6- Zeyneb bint Cahş Yaşı 35 ya da 36 dır) Çahş ibn Riab'ın kızı olup asıl adı Berre'dir. Muhammed onun ismini Zeyneb olarak değiştirmiştir. İlginçtir ama Muhammed'in Mustalık gazasında esir aldıktan sonra nikah kıydığı Cüveyriye'nin de ilk ismi Berre'dir. Muhammed'in bizzat kendisinden "Zeyd'in zevcesi" diye bahsederek Kuran ayeti indirdiği (!) tek eşi odur (Ahzap 35-37) ve Zeyneb Hane-i Saadet'de ki eşler arasındaki böbürlenme yarışında hep bunu öne çıkararak diğer eşlere havasını atardı. Muhammed Zeynebi alarak daha önce gayrimeşru olarak görülen bir anlayışı yıkımış ve bunun yerine üvey oğlunun hanımı ile evlenmeyi Kurani anlamda helal kılmıştır. Uğruna ayet bile indirmiş olması aşağıda Hamidullah'tan aşağıda okuyacağınız bir durumun sonucudur :

".... Rsulullah'ın sürekli müdahalesine rağmen Zeyd boşanmak istiyordu. Bir gün Resulullah (AS) onun ailesine karşı gösterdiği bu tutumu değiştirmek amacıyla bizzat evinde onu ziyarete gitti ise de Zeyd'i evde bulamadı. Zeyneb evdeydi ve yaklaşık 36 yaşında olmasına rağmen, safranlı suda yıkanmış elbisesi içinde pek cazibeli bir duruşu vardı; bu görüntü karşısında Resulullah (AS) şöyle söylenmekten kendini alamadı

:

"Gönüller bir halden diğer bir hale evirip çeviren Allah'ın şanı ne yücedir !"

(M.Hamidullah, İslam Peygamberi s. 566 no.1106)

Zeyneb'in yaşı :

Hicret yılı 622'dir

Evlendiği yıl (H.3 yılı) 625'dir

Hicretin 20. yılı vefat etmiştir.(Hamidullah s. 567)

Yani 642 yılında

Vefat ettiğinde 53 yaşındaydı. (Tabari c.39 s.182)

O halde doğum tarihi 642 - 53 = 589'dur.

O halde evlendiğinde yaşı 625 - 589 = 36 'dır.

7- Ümmü Seleme: (Yaşı 27 ya da 29' dur) Ebu Umeyye'nin kızıdır. İlk kocası Ebu Seleme ile birlikte islamı ilk yıllarında kabul etmişti. Kocası Habeşistan'a hicret eden müslümanlar arasındadır ve akrabaları onun hicret etmesini engelleyip Mekke'de tutmuşlardır ama daha sonra Medine'ye tek başına gitmesine izin vermişlerdir. Hicretin 3 yılı olan 625'de Uhud savaşında kocası hayatını kaybetmesi üzerine 1 yıl yas tutmuş sonra da Muhammed ile 626 yılında evlenmiştir. İlginçtir kocası Uhud savaşında müslüman bir mücahit olarak hayatını kaybemiştir ama Uhud savaşında müslümanların ağır yenilgi almasına neden olan ünlü komutan Halid b. Velid'in de onun yakın akrabası olduğu söylenir. Genellikle yaşlı olduğu hatta Muhammed'den 1 yaş küçük olduğu söylenir ama bu koskoca bir yalandır. Vefatının hicretin ya 59. yılı ya da 61. yılı olduğu hemen hemen her kaynakta geçer ve ayrıca öldüğünde yaşının 84 olduğu da geçer, Öyleyse hesabımızı şöyle yapabiliriz ;

Ümmü Seleme'nin yaşı

Hicret yılı 622'dir.

59. hicret yılında öldü (Sahih Müslim c.2 dipnot: 1218 s.435)

Yani 681 yılında vefat etti

Öldüğünde 84 yaşındaydı. (Sahih Müslim c.2 dipnot: 1218 s.435)

Öyleyse doğumu 597 dir.

625 yılında Uhud'da kocası öldü ve dul kaldı.

1 yılı kocasının ölümüne üzülerek geçmiştir. (Hadislerde onun böyle yas tutması oldukça fazla geçer)

626 yılında Muhammed onu almıştır.

Bu durumda yaşı 626-597 =29 dur.

Ama eğer Hicretin 61. yılında vefat etti ise o zaman yaşı 27 dir.

8- Cüveyriye: (13, 14 ya da 15 yaşındadır) "Cüveyriyye", "cariyecik" demek. Çok küçük yaştaydı o sırada. 13 yaşında.. .Asıl adı Berre dir ve yahudi Mustalık oğullarından Haris ibn Ebi Dırar'ın kızıdır. Kocasının ismi Musaf bin Safvan dır ama Muhammed'in adamları baskın sırasında onu öldürmüştür.

Beni-Mustalık baskınında esir düştü ve Sabit ibn Kays ibn Şemmas'ın payına düşmüştür. Sâbit onunla mukâtebe yapmıştır. (Mukâtebe: Kölenin bedel karşılığı hürriyetinin verilmesi antlaşması) Cüveyriye'nin hürriyetinin bedeli 400 dirhemdir (ki karşılaştırma yapabilmeniz için şu örnek yerinde olacaktır : O dönem Mekke valisin maaşı aylık 30 dirhemdir) ve bu bedeli ödeyerek onu geri alacak olan ailesi de (öldürülen kocası hariç) esir durumundadır ve bütün servetleri de ganimet olarak ele geçirilmiştir.

Cüveyriye umutsuz bir durumdadır. Bu yaşadıkları onun gibi daha çocuk denecek yaştaki ufak bir kız için fazlasıyla ağırdır ve şok edicidir. İlginçtir ama birileri bu kızın oldukça güzel bir kız olduğu konusunda Muhammed'e haber uçurmuş ve böyle bir güzelliğin ancak ona layık olduğunu söylemişler ve bunun üzerine Muhammed'de onu yanına çağırmıştır. (Tabii kaynaklarda onun Muhammed ile görüşmek istediği de yazılıdır)Cüveyriye'nin o an ki halet-i ruhiyesi köle olmayı kabul edememiş ve kendisini özgürlüğe kavuşturmak için çırpınan ve fazlasıyla korku içinde olan ufacıcık bir kız izlenimi vermektedir. Muhammed ile yaptığı konuşma şöyle geçer :

"Ey Allahın Elçisi ! Ben kabilemin başkanı el-Haris'in kızıyım; başıma gelen felaketi ve içine düştüğüm durumu görüyorsun. Özgürlüğümü tekrar elde edebilmem için bana yardım et ! Allah da sana yardım edecektir" (Hamidullah'ın Muhabbar s.89-90'dan aktarımı)

Buna cevaben Muhammed de der ki : "Bundan daha iyisini ister misin ?" diye sordu. O da: "Bundan daha iyisi nedir" diye sordu. O: Senin fidyeni ben ödeyeyim, sen de benimle evlen" dedi.

Muhammed böyle dünya güzeli körpecik kıza, çözüm olarak kendisi ile evlenmeyi teklif etmiş o da kabul etmek zorunda kalmıştır; hem de kocasının ölümünden sorumlu olan birisinin teklifini. Muhammed onun hürriyet bedeli olan 400 dirhemi Sâbit'e ödeyerek onu satın alır.

Daha da ilginç olanı kaynaklar Cüveyriye'nin babası Haris'in kızının fidye bedelini ödemek için Muhammed'in yanına develer ile birlikte geldiğini ve bu develeri fidye bedeli olarak ödemek istediği yazar.

Haris Muhammed'in yanına gelerek ona şöyle der : "Sen kızımı esir aldın, işte fidyesi"

Muhammed: "Fakat Akik ovasında gizlediğin iki deve nerede ? diye sorar. Bunun üzerine Haris o iki deveyi de getirerek onları da Muhammed''e verir.

(Bu bilgi Martin Kings yani Ebubekir Siraceddin'in "Hz. Muhammed'in Hayatı" s.259'da vardır.)

Tabii bu kızcağız kocasının katili ile evlenecek ve daha kocasının kanı kurumamışken zifafa girmek zorunda kalacaktır.

Cüveyriye'nin yaşını matematiksel olarak hesaplayalım:

Hicret yılı 622'dir

Hicret'in 57. yılında vefat etti.(Hamidullah s.568)

O halde vefat tarihi 679 dur.

Vefat ettiğinde 65 yaşındaydı.(S.Ateş s. 333)

Öyleyse doğum tarihi 614 dür

Evlendiği yıl 628 dir. (Beni Mustalık gazası hicretin 6. yılıdır)

O halde evlendiğinde yaşı: 628 - 614 = 14 dür

9- Ümmü Habibe : (Yaşı 32 dir) Asıl adı Remle'dir. Ebu Süfyan'ın kızı. İslamı'ın ilk yıllarında kocası ile birlikte müslüman olmuştu. İlk kocası Ubeydullah ile Habeşistana hicret etmiş orda kocası Hristiyan olmuştu. Muhammed Habeşistana bir elçi göndererek onunla nikahını gıyaben kıymış ve elçi ile birlikte onu getirtmiştir. Bu evlilik Hicri 6. yılda oldu.

Babası Muhammed'in ezeli düşmanıdır. Muhammed onun kızını almış ve belkide bu düşmalığı gidermek istemiştir. Ama Süfyan kızı Ümmü Habibe Muhammed ile evlendikten sonra çok değişmiştir. Bir gün Medine'ye Muhammed ile görüşmeye gider ve bir arada da kızını görmek için Muhammed'in evine gider ve kızı ile şu konuşma geçer aralarında :

".....Önce, kızının, yani Resulullah (AS)’in hanımı olan Ümmü Habibe’nin yanına vardı. Küçücük odasında, yerdeki tek sergi, Resulullah (AS)’ın yatağı idi. Ümmü Habibe bunu derhal dürüp kaldırdı. Babası:

“Niçin böyle yaptın?” diye sorunca, ona şöyle cevap verdi:

“Bu Allah’ın Resulünün yatağıdır. Sen ise bir putperestsin ve buna oturamayacak kadar necîssin, pissin.”

Ebû Süfyân ise şu cümleleri homurdandı: (Yazık hem de çok yazık. Hamidullah "homurdandı" ifadesi ile güya Ebu Süfyanı küçümsemeye çalışıyor ama bu tip ifadeler ancak yazarını küçültür, hele hele söz konusu baba-kız arasındaki bir dialog ise )

Kızcağızım! Sen bizi terk ettiginden beri ne kadar değişip bozulmuşsun.

(Hamidullah İslam Peygamberi s. 568-569)

Yaşını şöyle hesaplayabiliriz:

Hicret yılı 622'dir

Hicri 44. yıl vefat etti (İbn Sa'd, et-Tabakat c.8, s.100)

O halde 666 yılında vefat etti.

70 yaşında iken vefat etti (İbn Sa'd, et-Tabakat c.8, s.100)

O halde doğum tarihi 666-70= 596 dır.

Evlendiği tarih 628 dir (Hicri 6.yıl)

O halde evlendiğinde yaşı 628 - 596 = 32 dir.

10- Safiyye: (Yaşı 17 dir) Huyeyy b. Ahtab'ın kızıdır ve asıl adı Zeyneb dir. Muhammed Hayber'in fethinden sonra kocası Kinane b. Ebi Hukayk'ı mücevher dolu "Mesk"in yerini öğrenmek için işkence yaptırdıktan sonra boynunu vurdurarak öldürmüş ve ayırca babası ile kardeşi de Muhammed tarafından öldürülmüştü. (Bu konuyu yakında "Hayber ve Allah'ın vaad ettiği ganimetler" konulu başlıkta daha detaylı inceleyeceğim) Safiyye sadece 2 aylık evli bir kadındı. Muhammed onu esir aldığı kadınlar arasından "safiyy" payı olarak seçmişti.(yani daha ganimet dağıtılmadan önce, Muhammed'in ganimetler arasında istediği malı keyfince seçtiği bir liderlik hissesi olarak)

"Katâde (r.a.) anlatıyor : Resulullah gazveye bizzat iştirak edince onun sehm-i safiyy denen riyaset hissesi olurdu. Bu hisse, taksimden önce

köle, cariye, at gibi ganimete dahil mallardan dilediğinden alırdı. Safiyye validemiz de işte bu hissedendi. Gazveye bizzat iştirak etmediği taktirde

bu hisse gıyabında ayrılırdı, ancak bu durumda seçme hakkı yoktu (ne ayrılmışsa onu kabul ederdi)" [Ebu Davud, Harâc 21, 2993]

Not: Kaynaklar da Safiyye'nin önce Muhammed'in elçisi Dıhye'nin payına düştüğü sonra da yine birilerinin bu güzel kadının ancak bir Allah resulüne yakışacağını söylemeleri üzerine Muhammed'in onu yanına getirttiği ve yüzünü açarak baktığı sonra da Dıhye'ye Safiyye'nin görümcesi yani Kinane'nin kızkardeşini verdiği de yazılıdır. Bu iki ayrı rivayet çelişkilidir çünkü sahm-i safiyy payı daha ganimet dağıtılmadan önce riyaset (liderlik) hissesi olarak komutan tarafından ve onun istediği şekilde seçilir ve bundan sonra ganimet dağıtımı başlar. Tabii Muhammed bu ganimet dağıtımında 1/5 humus payını ayrıca alır.

Muhammed asıl adı Zeyneb olan bu genç ve güzel kızın ismini "ganimet payı / ganimet malı" anlamına gelen "Safiyye" olarak değiştirdi. Artık bir ganimet malı olduğu isminden bile anlaşılıyordu. İlginçtir ki, Muhammed bu evliliğinde bir Kur'ân ayetini de ihlal etmişti.

Bakara 234. Sizden ölenlerin, geride bıraktıkları eşleri, kendi başlarına (evlenmeden) dört ay on gün beklerler. Bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, kendileri hakkında yaptıkları meşru işlerde size bir günah yoktur. Allah yapmakta olduklarınızı bilir.

Muhammed apaçık Kuran'daki "iddet süresi" ile ilgili ayeti ihlal ediyordu.

"....Daha sonra Allah'ın elçisi Hayber dönüşünde, yolda Enes'in annesinin bezediği Safiyye ile zifaf olmuştur" (Buhari Meğazi 64)

".... Hz. Peygamber Hayber den ayrılıp bir hayli yol aldıktan sonra konakladığı Sahba' mevkiinde Hz. Safiyye ile gerdeğe girmiştir.

(İslam Tarihi, A.KÖKSAL,14/291)

Evet, Muhammed'in Hayber'de 4 ay 10 günden daha fazla kaldığını ispatlayacak olan varsa buna cevap verebilir.

İlginç bir bilgi de vardır kayıtlarda Safiyye ile ilgili:

"Ölüm döşeginde iken, mallarının üçte birini Yahudi dinine bağlanmakta ısrar eden yeğenine vasiyet etti. Bazı Müslüman sahabeler bu vasiyetin yerine getirilmesine karşı çıkmışlar, ancak Muhammed (AS)’in hanımı Ayşe, araya girerek vasiyet yapılanın lehine taraf tutmuştur" (Hamidullah. s. 569 no. 1110)

Peki ama ne kadar malı miras olarak bıraktı Safiyye ? Oldukça yüklü bir miktar olduğunu ve gayrimenkuller de bulunduğu yazılıdır kayıtlarda (100 bin dirhem değerinde) kızkardeşinin oğluna bırakmıştır. ( Not: O dönem mekke valisinin aylık maaşı 30 dirhem idi)

Safiyye konusunu İlhan Arsel'den okumak isteyenler bu linkten okuyabilirler:

http://www.ilhan-arsel.org/Kissalar2/kissa214.htm

Martin Kings / Ebubekir Siraceddin der ki: "Safiyye 17 yaşında ve Kinane ile evleneli henüz iki ay olmuştu." (s.287)

Aynı şekilde, Tabari (c.39 s.184)'de de 17 yaşında olduğu--ingilizce kaynaklardan öğrendiğim kadarıyla---yazılıdır.

Yaşını şöyle hesaplayabiliriz :

Hicret yılı 622 dir

Hicri 50 yılında vefat etmiştir. (Hamidullah, no.1110)

Yani 672 yılında

Vefat ettiğinde 60 yaşındaydı. (Vefat ettiği yaşı Türkçe kaynaklarda bulamadım ama internetteki ingilizce Arap sitelerinin hepsinde 60 olarak geçiyor)

O halde doğum tarihi 612 dir.

Evlendiği yıl 629 (Hayber'in fethi)

O halde evlendiğinde 629 - 612 =17 yaşındadır.

11- Meymune binti Haris: (36 yaşındadır) Haris kızıdır. Asıl ismi Berre dir (hatırlarsanız Zeyneb b. Cahş ve Cüveyriye'nin de adı Berre idi)

İslamiyetten önce Mes´ud b. Amr ile evliydi ve ondan ayrılıp Ebu Rühm b. Abduluzza ile evlendi ve onun ölümü ile dul kaldı.

Kendisini Muhammed'e hibe etmiş ve bu yüzden mehir alamamıştır. (İbn Sa´d, Tabakâtü´l-kübrâ, c. 8, s. 132) bu bilgi ayrıca (Sahih Muslim c.2 no 1919)da bulunuyor.

Ahzap 50. ayetteki mehirsiz olarak kendini Muhammed'e hibe eden kadının o olduğu söylenir ( Başka isimlerde zikredilir kaynaklarda bu ayetteki isim için)

"Aişe diyor ki bu kendini hibe etme konusu ile ilgili : "Olacak şey mi? Bir kadın utanmaz mı ki, kendini bir erkeğe armağan etsin?"

(Buhari, e's-Sahih, Kitabu Tefsiri'l-Kur'an/336 , Müslim hadis no: 1464; Tec-rîd, hadis no: 1721.)

Muhammed Hudeybiye anlaşması gereği çıktığı 3 günlük Umre ziyaretini uzatmak için Meymune ile yapacağı nikahı bahane olarak kullanmak istedi ve Mekkelilere şu öneride bulundu :

--İsterseniz, zevcemle evlenme törenini yapmak üzere burada üç gün daha oturayım ve çekeceğim düğün ziyafetine sizi de çağırayım

Onlarda şu cevabı verdiler:

--Artık yanımızdan ayrılıp git! Müddet dolmuştur!

Muhammed cevaben :

--Ben sizden bir kadını nikahlamışım. Onunla evlenme törenini yapıncaya kadar bırakılmamdan size ne zarar gelirdi. Ne olurdu, beni bıraksaydınız da, evlenme törenimi aranızda yapsaydım, sizin için yapacağımız düğün yemeğimizde de bulunsaydınız? diye ısrar eder ve

Böyle yapmak, size düşmez, yaraşmaz mıydı ? diye ekler.

Kureyş temsilcileri:

--Senin düğün yemeğinde bulunmak, bize gerekmez ! Bize ne sen, ne de düğün yemeğin gerek ! Hemen çık git artık yanımızdan ! (Asım Köksal İslam Tarihi)

İlginç dialoglar...Muhammed nikahını bile siyasi bir amaç için kullanıyordu..

Yaşını şöyle hesaplayabiliriz:

Hicret yılı 622 dir.

Hicri 51. de vefat etti (Hamidullah s. 570)

Vefat yılı 673 dür.

Vefat ettiğinde 80 yaşındaydı.(Bütün kaynaklarda geçer)

O halde doğumu 593 dür.

Evlilik yılı 629 dur. (Hudeybiye'den 1 yıl sonra "umre" ziyaretinde )

O halde evlendiğinde 629 - 593 = 36 dır.

Tabii S.Ateş (Kuran'a göre Hz. Muhammed'in Hayatı s. 334)'de onunla 61. hicret yılında evlendiğini yazar. Eğer Ateş haklıysa o zaman Meynune'nin yaşı 10 yaş daha düşerek 26' ya iner. Şimdilik Hamidullah'ı dikkate aldım ama bu durumu araştıracağım.

12- Fatıma Dahhak bin Süfyan (el-Kilâbiyye): S.Ateşten aynen aktarıyorum :

"Hicretin 8. yılında Peygamberin kendisi ile evlendiği Fatıma, gerdek esnasında Peygamber'den Allah'a sığınınca Peygamber onu boşamıştır. Daha sonra "Ben ne bahtsızım !" diyerek kendisini kınayan Fatıma, 60. Hicret yılında ölmüştür."

(Kuran'a göre Hz Muhammed'in Hayatı s. 334-335)

Eğer öldüğü zamanki yaşı hakkında bilgi var ise o zaman evlendiği zamanki yaşını çıkartabiliriz ama ben bulamadım..

13- Reyhane binti Zeyd: Yahudi Kureyza kabilesine mensup idi. Güzelliği ile meşhur genç bir yahudi kadını idi.

Kocasının ismi Hakem idi ve Kureyza baskınında öldürülmüştü. Geriye kalan babası, kardeşleri ve diğer erkek akrabaları ise Kureyza esirlerleri arasında boynu Zübeyr ve Ali tarafından vurulanlar arasındaydı. Reyhane'nin Muhamed'in eşi olup olmadığı ve cariyesi olarak kalmış olabileceği de hep tartışma konusu olmuştur. İbn Sa'd da onun "safiyy" payı olarak daha ganimetler dağıtılmadan önce Muhammed'in onu kendisine ayırdığı ve onu hür zevceleri arasına kattığı yazılıdır. Kurtubi'ye göre de Muhammed kendisini azad edip onunla evlenmiştir. İbn İshak da ise cariye olarak kaldığı yazılıdır.

Hamidullah Belzuri'den yaptığı bir aktarma da Muhamed ve Reyhane arasında şöyle bir konuşma geçtiğini anlatır :

--Muhammed onu nikahlama önerisinde bulunmuş ve böylece özgürlüğüne kavuşacağını söylemiş, o ise şu cevabı vermişti.

"Beni nikahlamaktansa cariyen olarak al ! Ben bir cariye kadın olarak kalmayı yeğlerim, zira hür müslüman kadınlar gibi başıma örtü ve yüzüme peçe takmak istemiyorum" (İslam Peygamberi s.573 no: 1117)

Ayrıca siyer kaynaklarında (İbnu'l Kayyum 1/113, Cevzi, el-Vefa 647 ) Muhammed'in ona 500 dirhem gümüş mehir bedeli vererek nikahına aldığı ve gecelerini de öteki hür hanımlarıyla olduğu gibi eşit paylaştığı da yazılıdır.

Hamidullah'ın Samhûdi'den yaptığı aktarımında ise Reyhane Medine'ye yerleşmemiş eski evinde oturmaya devam etmiştir. Başka kaynaklarda da Muhammed'in Reyhaneyi bu eski evinde düzenli olarak ziyaret ettiği yazılıdır.

Reyhane'nin yaşının 19 olduğu rivayet edilir. Ölüm tarihi ise Hicri 10. yıldır.

14- Sena binti Esma (el-Neset bint Rifa): Benu Kilab veya Benu Harm kabilesindendir. Muhammed'in onunla nikahlandığı hemen hemen her kaynakta geçer. Aynı şekilde zifafın gerçekleşmediği de yazılıdır. (Tabari c.9 s.135-136. ve c. 39 s.166) 'da Muhammed ile nikahının kıyılmasının peşinden evlilik tamamlanmadan önce öldüğü yazılıdır. İslami kaynaklar da onun Muhammed ile evlendiği için duyduğu sevinçten dolayı öldüğü bile yazılıdır.

Not:Aslında islam tarihçileri evlilik konusunda "Nikah mı, zifaf mı, peçe mi kriter alınmalıdır ?" gibi sorularla kendilerine meşgale yaratırlar. Bu yüzden genellikle zifafa girmediği kadınları eş lisletsine koymazlar ve bu şekilde Muhammed'in eşlerinin sayısını düşürmeye çalışırlar. İlginçtir ama eğer zifaf kriter ise o zaman neden Marya ve Nefise gibi (hatta Reyhane de) Muhammed'in cinsel ilişki de bulunduğu cariyelerini eşler listesine dahil etmezler ? Bazı islam alimleri (!) bunlara "zevce-cariye" demişlerdir ama eş listelerinde bunlar dahil edilmez ve mümkün olduğu kadar Muhammed'in eşlerinin sayısı düşük tutulmaya çalışılır. Tabii aynı zaman dilimi içinde Muhammed'in en fazla 9 kadınla *evli olduğunu söyleyerek bu rakamı tek haneli hale getirme konusunda gösterdikleri hüner de taktire şayandır.

15- Esma (Ümeyme) ibn Cevn : Numan ibn Şürâhil el- Cevn el-Kindiyye'nin kızıdır. Bu kadın ile ilgili en ilginç satırlar S.Ateş'de var:

"Peygamber gerdekte yanına varıp da "Gel !" deyince "Sen gel !" demiş Peygamber de onu boşamıştır. Bir rivayete göre Allah'a sığınan kadın bu kadındır.

Buhari de şöyle diyor : Allah'ın elçisi (s.a.v) Şurahil kızı Umeyme ile evlendi. Yanına varıp elini uzatınca kadın hoşlanmaz bir tavır takındı. Peygamber Useyd'e bu kadını donatıp, iki beyaz keten elbise giydirerek geri göndermesini emretti. Başka bir rivayete göre peygamber Esma'ya. "Kendini bana hibe et !" dedi. Esma "Kraliçe kendini çobana hibe eder mi?" deyince Peygamber onu teskin etmek için elini onun üzerin koydu. Esma: Senden Allah'a sığınırım" dedi. Peygamber "Sığınacak yere sığındın ve tam sığındın" dedi ve Ebu Useyd'e, o kadına iki râziki elbise giydirip ailesine ulaştırmasını emretti." (S.Ateş-Kuran'a göre Hz. Muhammed'in Hayatı s.335)

Kütüb-i Sitte de bu konuda ki rivayet şöyle geçer :

5583 - Hz. Aise radiyallahu anha anlatiyor: "****tu'l-Cevn Resulullah aleyhissalatu vesselam'in yanına girince: "Senden Allah'a sığınırım!" dedi. Aleyhissalatu vesselam da:

"Gerçekten büyüğe sığındın. Ailene dön!" buyurdular."

Buhari, Talak 3; Nesai, Talak 14, (6, 150).

Buhari Talak (Kitab'u Talak)'da 1832, 1833 no'lu hadislerde de S.Ateş'in verdiği bilgileri bulabilirsiniz (Not :İnternette rahatlıkla bulabilirsiniz)

16- Ümmü Şerik : Guzeyye b. Cabir'in kızı olduğu islami kaynaklarda yazılıdır. Ümmü Şerik ismi ile çağrılmasının sebebi onun daha önceki evliliğinden Şerik isminde bir oğlu olması. Ahzap 50'nci ayette geçen Muhammed'e kendini hibe eden kadının bu olduğu da (İbn Sad-Tabakat vb.) kaynaklarda yazılıdır. Tabii aslında bu ayette bahsedilen kadının tek bir kadın veya özel olarak bahsedilen herhangi bir kadın olmadığı da açıktır. Bu ayette kendini Muhammed'e hibe edecek herhangi bir kadın sayı sınırlamasına tâbi olmadan bahsedilmektedir. Genel görüş bu hibe eden kadın sayısının 4 olduğu yönündedir. Bunlar Meymune, Zeynep b. Huzeyme, Ümmü Şerik ve Havle b. Hakim'dir.

Bu ismi aynı zamanda İslam'ı yayma konusunda oldukça fazla çaba göstermiş bir Mekekli kadın olarak da görürüz.

Muhammed'in onunla evliliği ile ilgili çeşitli rivayetler vardır, bunlar;

--Muhammed'in onunla evlendikten sonra zifafa girmeden boşadığı S.Ateş

--Muhammed'in onu yaşlı olmasına rağmen güzel olduğu için aldığı Vakidi'de *

--Muhammed'in önce onunla evlendiği sonrada görmeye gittiği ve yaşlı olduğunu görünce de boşadığı Taberi'de

--Muhammed'in ona evlenme teklif ettiği ama evlenmediği İbn Sad' da

--Muhammed'in onun kendisini hibe etmesinden sonra onunla evlendiği ve zifafa girdiği Diyarbekiri'de

ve daha bir çok kaynakta geçer

17- Kuteyle b. Kays : Eş'as'ın kızkardeşi olarak bahsedilir kaynaklarda. Daha doğrusu Muhammed'in ölümünden kısa bir süre önce *Eş'as kızkardeşini önce Muhammed'e nikahlamış sonrada onu getirmek için Hadramuta gitmiş ama yolda gelirken Muhammed ölmüştür. İlginç olan şu ki, bu kadın daha sonra Ebu Cehil'in oğlu İkrime ile evlenmiş ama halife Ebu Bekir Ahzap suresi 53. ayet gereğince bu evliliğe karşı çıkmış ama Ömer b.Hattab kadının Muhammed ile zifafa girmediğini söyleyerek Ebu Bekir'i ikna etmiştir. Her zaman Muhammed'in evliliğin alâmeti olarak üç kriter tartışılmıştır halifeler döneminde. Bunlar zifaf, peçe ve *nikah dır. Bu önemli bir konu olmuştur çünkü birincisi Muhammed'in zevcelerine onun ölümünden sonra evlilik yasağı vardır (Ahzap 53) ve bunu kontrol edecek olan da halifelerdir. İkincisi Muhammed'in zevcelerine devlet bütçesinden tahsis edilen atıyye (bağış maaş) ile ilgili olarak da önem kazanmıştır bu durum.

Burada ilginç başka bir durum daha vardır. M.Ü. İlahiyat Fak. Prof. Sadrettin Gümüş'ün "Resulullah'ın Aile Hayatı ile ilgili Ayetlerin Toplu Değerlendirilmesi" isimli makalesinde (Hz. Peygamber ve Aile Hayatı-Ensar Neşriyat s.225) Mustaiza isimli bir kadından bahseder. Bu kadın Muhammed'in ölümünden sonra Kuteyle'nin abisi yani Muhammed'e kızkardeşini veren Eş'as ile evlenmiştir. Bu durum Ömer b. Hattab'ı çok öfkelendirmiş ve Ömer b. Hattab her ikisine de recm cezası uygulamak istemiştir ama daha sonra Ömer b. Hattab'a Mustaiza'ya "müminlerin annesi" denilmediği, perde (hicab) arkasına alınmadığı ve Muhammed ile cinsi münasebette bulunmadığı hatırlatılmış, o da recm cezasından vazgeçmiştir.

Görüldüğü gibi Ahzap 53. ayet adeta Muhammed'in eşlerinin başında bir kılıç gibi sallanmıştır.

Muhammed ile yakın akrabalık bağına sahip olanlara onun ölümünden sonra tahsis edilen "atıyye"ler ise "atâ hukuku" adı ile başka bir konuda incelenecektir, bu yüzden burada bu konunun detaylarına girmiyorum.

18-Havle b. Huzeyl: *Bu kadının da Muhammed ile nikah kıydığı ama zifafa girmeden yolda gelirken vefat ettiği söylenir başta Taberi olmak üzere bütün kaynaklarda. İlginçtir Havle'nin ölümü ile birlikte onun yerine aynı ailden Şeraf b. Halife gönderilir Muhammed'e.

19-Şeraf. b. Halife : Muhammed'in ünlü elçisi Dıhye'nin kızkardeşidir. M. Hamidullah (İslam Peygamberi n. 887)'de şöyle der: Dıhyetu'l Kelbi Resulullah AS'a kızkardeşini eş olarak vermiş, ancak bu hanım henüz Medine'ye varmadan yolda vefat etmiştir. Dıhye bir başka kızkardeşini vermek istediyse de bu kez Resulullah AS onun gelişinden önce son nefesini vermiştir.

M.Hamidullah ( İslam Peygamberi no.1779)'da isim vermeden "Resulullah Dıhye'nin güzelliği ile ün yapmış kızkardeşini nikahlamak istemişti" derken *acaba bu yukarıdaki isimlerden hangisini kastetmiştir, orasını bilmiyorum.

Anlaşılan o ki; bu iki kadın ile zifaf *gerçekleşmeden evlilikler son bulmuştur. Bu anlamda bu iki kadın Muhamed'in "nikahlayıp da birleşemediği kadınlar" grubunda yer alacaktır.

20- Havle b. Hakim : Muhammed'e kendisini (nefsini) hibe eden (Ahzap 50 gereğince) kadınlardan birisi olduğu yönünde neredeyse ittifak vardır. Bu isim ile ilgili oldukça ilginç bir hadis vardır:

"Hz.Urve, Hz. Aişe'den naklediyor: Hz. Aişe buyurmuştur ki: Havle bintu Hakim Resulullah'a kendisi gelip evlenme teklif edenlerdendir. Aişe devamla dedi ki: Ben (kıskançlığın şevkiyle) "Kadın kısmı bir erkeğe evlenme teklifi yapmaktan sıkılmaz mı" diyerek bu şekilde Peygambere teklifte bulunanları kınardım. Ne zaman ki: "Onlarsan kimi dilersen geri bırakır, kimi dilersen yanına alabilrisin. Geri bıraktıklarınndan kimi istersen almakta sana güçlük yoktur... (Ahzab 51) mealindeki ayet nazil oldu kendimi tutamayarak: "Ey Allah'ın Resulü, görüyorum ki, Rabbin seni memnun kılmada gecikmiyor" dedim. [(Buhari, tefsir, Ahzab 7, Hikah 29; Müslim Rıda 49 (1464); Ebu Davud, Nikah 39 (2136); Nesai, Nikah 1, (6,54)]

Tabii burada Prof. İbrahim Canan Hadis Ansiklopedisi C.3.s 77'de "Rabbin seni memnun kılmada gecikmiyor" diye çevirerek adeta bu sözü yumuşatmıştır. Çünkü kendisi s. 79'da bu cümlenin kelime kelime tercüme edilince su-i edeb ifade eden mana çıktığını adeta itiraf etmiştir.

Nedir bu sözün Arapçası ona bakalım: "Mâ erâ (urâ) rabbeke illâ yüsâriu hevâke"

Dikkat ederseniz burada "hevâ" kelimesi geçiyor. Nedir hevâ ? Nefsin arzu ve istekleri

Nefsin arzû ve isteklerine hevâ denmesi, kimde bulunursa onu Cehennem'e düşürdüğü içindir. Hevâ sâhiblerine de ehl-i hevâ denmesi, bunlar Cehennem'e düşeceği içindir. (İmâm-ı Şa'bi)

İşte İbrahim Canan'ın kelime kelime çevirirsek su-i edep ifade eder dediği durum bu.

"Hevâ" kelimesi öncelikle "nefsani" arzu ve istekleri idafe eder ve söz konusu konu kendisini Muhammed'e *hibe eden bir kadın ile ilgili ise o zaman bu nefsani isteğin ne olduğu çok rahatlıkla anlaşılabilir. İlginç olan şu ki Ahzap 52 ile Muhammed'İn evlillik sayısına sınır getirilmiştir. Bu ayet indiğinde Muhammed'in 9 eşinin hayatta olduğu söyleniyor..

- "Ey Muhammedi Bundan sonra, sana hiçbir kadın, cariyelerin bir yana, güzelliklerini ne kadar hoşuna giderse gitsin; hiçbirini başka bir eşle değiştirmen helâl değildir. Allah herşeyİ gözetmektedir." (Ahzap 52)

Bu ayetin bir "sınır" koyduğu, bu sınırlama nedeniyle. MuhamÂ*med'in artık o zamanki zevcelerinden başka bir eş alamayacağını hükme bağladığı belirtilir.

Fakat Muhammed'in eş sayısına konan bu sınır Ahzap suresinin 50. ayeti ile kaldırılıyor. Peki nasıl olur ? 52. ayetin hükmü 50. ayet ile kaldırılır derseniz orada da kanıtlarımız şunlar.

Bu ayetteki "sınırlamanın, 50. ayette kaldırıldığı, 52. ayetin, asÂ*lında 50. ayetten önce olduğu da savunulur. (Bkz. Tefsirler, örneğin Râzi, 25/223.)

Kuran'da bir çok böyle ayet vardır. Mushaf sıralamasında sonraki olan bir çok ayet ayet nüzul sıralamasında öncekidir. Yeri gelince bu tip ayetlerden örnekler vereceğim.

Bir diğer kanıtmız ise şu :

Aişe şöyle bir açıklaÂ*ma yapıyor:

- "Peygamber, kendisine kadınlar (sınırsız olarak) helâl kılınmaÂ*dan ölmedi." [(Bkz. Tırmizi, Tefsir, Ahzap (3214); Nesâi, Nikah 2 (6,56)]

İlave olarak :

Prof. İbrahim Canan (Hadis Ansk. *C.3. s. 83)'de şu açıklamayı yapar: İbnu Ebi Hatim'in, Ümmü Seleme'den yaptığı bir rivayet de bunu teyid eder. Der ki: Resulullah ölmezden önce mahremi olanlar hariç, dilediği kadınla evlenmek kednisine helal kılındı. Bu husus şu ayette açıklandı: "Onlardan dilediğini geriye bırakır, dilediğini de yanına alırsın. Boşadığın hanımlarından arzu ettiğini tekrar yanına almanda, senin üzerine bir günah yoktur..." (Ahzap 51)

İbn Kesir bu ayeti zikrettikten sonra der ki: Bu sonuncu ayet tilavet itibarıyla hemen arkasından gelen ayeti neshetmiştir. Bu mensuh ayet mealen şöyledir: Bundan sonra artık başka kadınlarla evlenmen, elinin altında bulunan cariyeler hariç, güzellikleri hoşuna gitse bile, bunların yerine başka hanımlar alman sana helal değildir. Allah her şeyi gözetler (Ahzap 52)

Bunun bir benzeri de Bakara suresinde geçmiştir. Oradaki iki ayetten önce okunan nesheder ki bu ayetlerden birincisi yani nasih olan şudur :

Bakara 234. Sizden ölenlerin, geride bıraktıkları eşleri, kendi başlarına (evlenmeden) dört ay on gün beklerler. Bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, kendileri hakkında yaptıkları meşru işlerde size bir günah yoktur. Allah yapmakta olduklarınızı bilir.

Neshedilmiş olan mütaakip ayet de şudur :

Bakara 240. Sizden ölüp de (dul) eşler bırakan kimseler, zevcelerinin, evlerinden çıkarılmadan, bir yıla kadar bıraktıkları maldan faydalanmaları hususunda (sağlıklarında) vasiyet etsinler. Eğer o kadınlar, (kendiliklerinden) çıkıp giderlerse, kendileri hakkında yaptıkları meşru şeylerden size bir günah yoktur. Allah azizdir, hakimdir.

Bu sonuncu ayet islamın bidâyetindeki durumu açıklamaktadır. O zaman kocası ölen kadın miras alamaz, yalnız bir yıl kocasının evinde kalırdı ve bu esnada kendisine bakılırdı. Bu durumda iddet de bir yıldı. Kadın bu esnada çeker giderse bakılma hakkını kaybederdi. Bilahire yukarıda bahsettiğimiz Bakara 234. ayet bunu neshetti.

(İbrahim Canan-Hadis Ansiklopedisi C.3 s. 84)

Görüldüğü gibi birbirisi ile çelişkili iki ayet mevcut ve bunlardan mushaf sıralamasına göre önce gelen 234. ayetin mushaf sıralamasına göre sonra gelen 240. ayetin hükmünü ortadan kaldırdığını söylenmekte ve bu durumun benzerinin de Ahzap 50-51-52. ayetlerle benzerlik arzettiğini açıklamaktadır İslam uleması.

16- Ümmü Şerik : Guzeyye b. Cabir'in kızı olduğu islami kaynaklarda yazılıdır. Ümmü Şerik ismi ile çağrılmasının sebebi onun daha önceki evliliğinden Şerik isminde bir oğlu olması. Ahzap 50'nci ayette geçen Muhammed'e kendini hibe eden kadının bu olduğu da (İbn Sad-Tabakat vb.) kaynaklarda yazılıdır. Tabii aslında bu ayette bahsedilen kadının tek bir kadın veya özel olarak bahsedilen herhangi bir kadın olmadığı da açıktır. Bu ayette kendini Muhammed'e hibe edecek herhangi bir kadın sayı sınırlamasına tâbi olmadan bahsedilmektedir. Genel görüş bu hibe eden kadın sayısının 4 olduğu yönündedir. Bunlar Meymune, Zeynep b. Huzeyme, Ümmü Şerik ve Havle b. Hakim'dir.

Bu ismi aynı zamanda İslam'ı yayma konusunda oldukça fazla çaba göstermiş bir Mekekli kadın olarak da görürüz.

Muhammed'in onunla evliliği ile ilgili çeşitli rivayetler vardır, bunlar;

--Muhammed'in onunla evlendikten sonra zifafa girmeden boşadığı S.Ateş

--Muhammed'in onu yaşlı olmasına rağmen güzel olduğu için aldığı Vakidi'de Â

--Muhammed'in önce onunla evlendiği sonrada görmeye gittiği ve yaşlı olduğunu görünce de boşadığı Taberi'de

--Muhammed'in ona evlenme teklif ettiği ama evlenmediği İbn Sad' da

--Muhammed'in onun kendisini hibe etmesinden sonra onunla evlendiği ve zifafa girdiği Diyarbekiri'de

ve daha bir çok kaynakta geçer

17- Kuteyle b. Kays : Eş'as'ın kızkardeşi olarak bahsedilir kaynaklarda. Daha doğrusu Muhammed'in ölümünden kısa bir süre önce  Eş'as kızkardeşini önce Muhammed'e nikahlamış sonrada onu getirmek için Hadramuta gitmiş ama yolda gelirken Muhammed ölmüştür. İlginç olan şu ki, bu kadın daha sonra Ebu Cehil'in oğlu İkrime ile evlenmiş ama halife Ebu Bekir Ahzap suresi 53. ayet gereğince bu evliliğe karşı çıkmış ama Ömer b.Hattab kadının Muhammed ile zifafa girmediğini söyleyerek Ebu Bekir'i ikna etmiştir. Her zaman Muhammed'in evliliğin alâmeti olarak üç kriter tartışılmıştır halifeler döneminde. Bunlar zifaf, peçe ve  nikah dır. Bu önemli bir konu olmuştur çünkü birincisi Muhammed'in zevcelerine onun ölümünden sonra evlilik yasağı vardır (Ahzap 53) ve bunu kontrol edecek olan da halifelerdir. İkincisi Muhammed'in zevcelerine devlet bütçesinden tahsis edilen atıyye (bağış maaş) ile ilgili olarak da önem kazanmıştır bu durum.

Burada ilginç başka bir durum daha vardır. M.Ü. İlahiyat Fak. Prof. Sadrettin Gümüş'ün "Resulullah'ın Aile Hayatı ile ilgili Ayetlerin Toplu Değerlendirilmesi" isimli makalesinde (Hz. Peygamber ve Aile Hayatı-Ensar Neşriyat s.225) Mustaiza isimli bir kadından bahseder. Bu kadın Muhammed'in ölümünden sonra Kuteyle'nin abisi yani Muhammed'e kızkardeşini veren Eş'as ile evlenmiştir. Bu durum Ömer b. Hattab'ı çok öfkelendirmiş ve Ömer b. Hattab her ikisine de recm cezası uygulamak istemiştir ama daha sonra Ömer b. Hattab'a Mustaiza'ya "müminlerin annesi" denilmediği, perde (hicab) arkasına alınmadığı ve Muhammed ile cinsi münasebette bulunmadığı hatırlatılmış, o da recm cezasından vazgeçmiştir.

Görüldüğü gibi Ahzap 53. ayet adeta Muhammed'in eşlerinin başında bir kılıç gibi sallanmıştır.

Muhammed ile yakın akrabalık bağına sahip olanlara onun ölümünden sonra tahsis edilen "atıyye"ler ise "atâ hukuku" adı ile başka bir konuda incelenecektir, bu yüzden burada bu konunun detaylarına girmiyorum.

18-Havle b. Huzeyl: Â Bu kadının da Muhammed ile nikah kıydığı ama zifafa girmeden yolda gelirken vefat ettiği söylenir başta Taberi olmak üzere bütün kaynaklarda. İlginçtir Havle'nin ölümü ile birlikte onun yerine aynı ailden Şeraf b. Halife gönderilir Muhammed'e.

19-Şeraf. b. Halife : Muhammed'in ünlü elçisi Dıhye'nin kızkardeşidir. M. Hamidullah (İslam Peygamberi n. 887)'de şöyle der: Dıhyetu'l Kelbi Resulullah AS'a kızkardeşini eş olarak vermiş, ancak bu hanım henüz Medine'ye varmadan yolda vefat etmiştir. Dıhye bir başka kızkardeşini vermek istediyse de bu kez Resulullah AS onun gelişinden önce son nefesini vermiştir.

M.Hamidullah ( İslam Peygamberi no.1779)'da isim vermeden "Resulullah Dıhye'nin güzelliği ile ün yapmış kızkardeşini nikahlamak istemişti" derken  acaba bu yukarıdaki isimlerden hangisini kastetmiştir, orasını bilmiyorum.

Anlaşılan o ki; bu iki kadın ile zifaf  gerçekleşmeden evlilikler son bulmuştur. Bu anlamda bu iki kadın Muhamed'in "nikahlayıp da birleşemediği kadınlar" grubunda yer alacaktır.

20- Havle b. Hakim : Muhammed'e kendisini (nefsini) hibe eden (Ahzap 50 gereğince) kadınlardan birisi olduğu yönünde neredeyse ittifak vardır. Bu isim ile ilgili oldukça ilginç bir hadis vardır:

"Hz.Urve, Hz. Aişe'den naklediyor: Hz. Aişe buyurmuştur ki: Havle bintu Hakim Resulullah'a kendisi gelip evlenme teklif edenlerdendir. Aişe devamla dedi ki: Ben (kıskançlığın şevkiyle) "Kadın kısmı bir erkeğe evlenme teklifi yapmaktan sıkılmaz mı" diyerek bu şekilde Peygambere teklifte bulunanları kınardım. Ne zaman ki: "Onlarsan kimi dilersen geri bırakır, kimi dilersen yanına alabilrisin. Geri bıraktıklarınndan kimi istersen almakta sana güçlük yoktur... (Ahzab 51) mealindeki ayet nazil oldu kendimi tutamayarak: "Ey Allah'ın Resulü, görüyorum ki, Rabbin seni memnun kılmada gecikmiyor" dedim. [(Buhari, tefsir, Ahzab 7, Hikah 29; Müslim Rıda 49 (1464); Ebu Davud, Nikah 39 (2136); Nesai, Nikah 1, (6,54)]

Tabii burada Prof. İbrahim Canan Hadis Ansiklopedisi C.3.s 77'de "Rabbin seni memnun kılmada gecikmiyor" diye çevirerek adeta bu sözü yumuşatmıştır. Çünkü kendisi s. 79'da bu cümlenin kelime kelime tercüme edilince su-i edeb ifade eden mana çıktığını adeta itiraf etmiştir.

Nedir bu sözün Arapçası ona bakalım: "Mâ erâ (urâ) rabbeke illâ yüsâriu hevâke"

Dikkat ederseniz burada "hevâ" kelimesi geçiyor. Nedir hevâ ? Nefsin arzu ve istekleri

Nefsin arzû ve isteklerine hevâ denmesi, kimde bulunursa onu Cehennem'e düşürdüğü içindir. Hevâ sâhiblerine de ehl-i hevâ denmesi, bunlar Cehennem'e düşeceği içindir. (İmâm-ı Şa'bi)

İşte İbrahim Canan'ın "kelime kelime çevirirsek su-i edep ifade eder" dediği durum bu.

"Hevâ" kelimesi öncelikle "nefsani" arzu ve istekleri idafe eder ve söz konusu konu kendisini Muhammed'e  hibe eden bir kadın ile ilgili ise o zaman bu nefsani isteğin ne olduğu çok rahatlıkla anlaşılabilir. İlginç olan şu ki Ahzap 52 ile Muhammed'İn evlillik sayısına sınır getirilmiştir. Bu ayet indiğinde Muhammed'in 9 eşinin hayatta olduğu söyleniyor..

- "Ey Muhammedi Bundan sonra, sana hiçbir kadın, cariyelerin bir yana, güzelliklerini ne kadar hoşuna giderse gitsin; hiçbirini başka bir eşle değiştirmen helâl değildir. Allah herşeyİ gözetmektedir." (Ahzap 52)

Bu ayetin bir "sınır" koyduğu, bu sınırlama nedeniyle. MuhamÂ*med'in artık o zamanki zevcelerinden başka bir eş alamayacağını hükme bağladığı belirtilir.

Fakat Muhammed'in eş sayısına konan bu sınır Ahzap suresinin 50. ayeti ile kaldırılıyor. Peki nasıl olur ? 52. ayetin hükmü 50. ayet ile kaldırılır derseniz orada da kanıtlarımız şunlar.

Bu ayetteki "sınırlamanın, 50. ayette kaldırıldığı, 52. ayetin, asÂ*lında 50. ayetten önce olduğu da savunulur. (Bkz. Tefsirler, örneğin Râzi, 25/223.)

Kuran'da bir çok böyle ayet vardır. Mushaf sıralamasında sonraki olan bir çok ayet ayet nüzul sıralamasında öncekidir. Yeri gelince bu tip ayetlerden örnekler vereceğim.

Bir diğer kanıtmız ise şu :

Aişe şöyle bir açıklaÂ*ma yapıyor:

- "Peygamber, kendisine kadınlar (sınırsız olarak) helâl kılınmaÂ*dan ölmedi." [(Bkz. Tırmizi, Tefsir, Ahzap (3214); Nesâi, Nikah 2 (6,56)]

İlave olarak :

Prof. İbrahim Canan (Hadis Ansk. Â C.3. s. 83)'de şu açıklamayı yapar: İbnu Ebi Hatim'in, Ümmü Seleme'den yaptığı bir rivayet de bunu teyid eder. Der ki: Resulullah ölmezden önce mahremi olanlar hariç, dilediği kadınla evlenmek kednisine helal kılındı. Bu husus şu ayette açıklandı: "Onlardan dilediğini geriye bırakır, dilediğini de yanına alırsın. Boşadığın hanımlarından arzu ettiğini tekrar yanına almanda, senin üzerine bir günah yoktur..." (Ahzap 51)

İbn Kesir bu ayeti zikrettikten sonra der ki: Bu sonuncu ayet tilavet itibarıyla hemen arkasından gelen ayeti neshetmiştir. Bu mensuh ayet mealen şöyledir: Bundan sonra artık başka kadınlarla evlenmen, elinin altında bulunan cariyeler hariç, güzellikleri hoşuna gitse bile, bunların yerine başka hanımlar alman sana helal değildir. Allah her şeyi gözetler (Ahzap 52)

Bunun bir benzeri de Bakara suresinde geçmiştir. Oradaki iki ayetten önce okunan nesheder ki bu ayetlerden birincisi yani nasih olan şudur :

Bakara 234. Sizden ölenlerin, geride bıraktıkları eşleri, kendi başlarına (evlenmeden) dört ay on gün beklerler. Bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, kendileri hakkında yaptıkları meşru işlerde size bir günah yoktur. Allah yapmakta olduklarınızı bilir.

Neshedilmiş olan mütaakip ayet de şudur :

Bakara 240. Sizden ölüp de (dul) eşler bırakan kimseler, zevcelerinin, evlerinden çıkarılmadan, bir yıla kadar bıraktıkları maldan faydalanmaları hususunda (sağlıklarında) vasiyet etsinler. Eğer o kadınlar, (kendiliklerinden) çıkıp giderlerse, kendileri hakkında yaptıkları meşru şeylerden size bir günah yoktur. Allah azizdir, hakimdir.

Bu sonuncu ayet islamın bidâyetindeki durumu açıklamaktadır. O zaman kocası ölen kadın miras alamaz, yalnız bir yıl kocasının evinde kalırdı ve bu esnada kendisine bakılırdı. Bu durumda iddet de bir yıldı. Kadın bu esnada çeker giderse bakılma hakkını kaybederdi. Bilahire yukarıda bahsettiğimiz Bakara 234. ayet bunu neshetti.

(İbrahim Canan-Hadis Ansiklopedisi C.3 s. 84)

Görüldüğü gibi birbiri ile çelişkili iki ayet mevcut ve bunlardan mushaf sıralamasına göre önce gelen 234. ayetin mushaf sıralamasına göre sonra gelen 240. ayetin hükmünü ortadan kaldırdığı söylenmekte ve bu durumun benzerinin de Ahzap 50-51-52. ayetlerle benzerlik arzettiğini açıklamaktadır İslam uleması.

Devamı var...

(Sodomo)

Özel Yetkili Mahkemeler

Daha önceleri farklı isimler altında olan Özel Yetkili Mahkemeler bu ülkenin tarihinde, sistemin işleyişinin anlamamız açısında önemli olan mahkemelerdir.

Devletin istiklalinin, bağımsızlığının tehlikeli olduğu dönemlerde “İstiklal Mahkemeleri” olarak adlandırılmışlar…
Yönetimin gevşek olduğu dönemlerde “Sıkı Yönetim Mahkemeleri” olarak adlandırılmışlar…
Devletin güvenliğinin tehlikede olduğunun düşünüldüğü dönemlerde “Devlet Güvenlik Mahkemeleri” olarak adlandırılmışlar…
Son olarak özel durumların olduğu, rejimin tehlikede olduğunun düşünüldüğü dönemlerde ise “Özel Yetkili Mahkemeler” olarak adlandırılmışlar…

Bu isimler, bu tanımlamalar, bu uygulamalar, bu mahkemelerin hukuk elbisesi giydirilmiş siyasal kurumlar olduğunu gösterir.
Özel Yetkili Mahkemeler; mevcut ve herkes için geçerli olan hukukun dışında yargılama yetkisine sahip olan mahkemelerdir.
Bunu ben şuna benzetiyorum: Savaş hukukunda gayrinizami harp olarak tanımlanan bir olgu vardır. Savaşın da kendine göre bir takım kuralları, nizamları ve hukuku vardır. Fakat savaş içinde “bile” mevcut savaş hukukunun dışına çıkabilen gayrinizami olan bir olgu söz konusudur. Bu gayrinizamın özel bir yetkisi vardır. Bu özel yetkiden sorumlu özel insanları vardır. Ve bu insanlar savaş hukukunun dışına çıkabilirler.
Aynı durum Özel Yetkili Mahkemeler için de geçerlidir.

Özel Yetkili Mahkemeler’ in öncesindeki Devlet Güvenlik Mahkemeleri de aynı niteliktedir.
Devletin güvenliğini tehdit eden kişiler devlet tarafından bu mahkemelerde yargılanıyordu. Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) nin kapsamındaki suçların soruşturmasını yürüten savcılık, hazırlık soruşturmasını polis veya jandarma ya da her ikisi birlikte yürütüyordu…
Polis; devletin iç güvenliğinden, jandarma; dış güvenliğinden sorumlu kolluk kuvvetleridir…
Soruşturmayı yürüten mahkeme de kendisini devletin güvenliği mahkemesi sayıyor…
Yargılanan suçlar da devletin güvenliğene yönellik suçlar…
Şimdi (?)
Devletin güvenliği aleyhine suçlar konusunda taraf olan, devletin güvenliğini doğrudan korumakla mükellef olan polis ve jandarmanın yürüttüğü soruşturma sonucunda siz sanık oluyorsunuz…Devletin güvenliğini korumakla yükümlü olan mahkemenin karşısında yargılanıyorsunuz ve ceza alıyorsunuz…
Hem yargılamayı yapanlar hem de soruşturmayı yürütenler devlet güvenliği anlamında taraf olduğunu ifade ediyorlar zaten…
Taraf olduklarını beyan ettikleri bir yargılamada, adalete uygun, tarafsız, insan haklarını esas alan bir kararın çıkması sizce mümkün mü ?

DGM öncesinde ise Sıkı Yönetim Mahkemeleri vardı.
Ülke yönetiminin gevşek yürütüldüğünü düşünen asker yetkili kişiler yönetimin sıkılaştırılması için bu mahkemeleri uzun yıllar kullanmışlardır.
Zihinlerinde şu yatmaktadır: Siz bu ülkeyi yönetemiyorsunuz biz el koyacağız ve daha sıkı yöneteceğiz.
Tabi buna uygun olarakta Sıkı Yönetim Mahkemeleri’ni kurmuşlardır.
Yönetimde asker varsa tabiki bu Sıkı Yönetim Mahkemeleri’nin de başında asker vardır.
Bu mahkemelerde genel olarak devlet aleyhine işlenildiği iddia edilen suçlar ile ilgili yargılama yapılıyordu.
Yargılamayı yapanlar ise devlet güvenliğinden doğrudan sorumlu olan askerlerdir. Buradan da adaletin çıkmayacağı çok açıktır. Kaldi ki pratikte yüzlerce örneği vardır.

Son olarak bu üç mahkemenin atası olan İstiklal Mahkemeleri vardır.
İstiklal Mahkemeleri’ nin adaletsizliği üzerine çokça örnek verilebilir fakat ben tek bir çıkarım yapmayı yeterli görüyorum: Bu mahkemede alınan kararlara itiraz edemezsiniz.

Aşağı yukarı aynı zihniyette olan bu dört farklı mahkemeye yönelik zaman zaman kampanyalar yapıldı.
İstiklal Mahkemelerine Hayır!
Sıkı Yönetim Mahkemelerine Hayır!
DGM’ lere Hayır!
Özel Yetkili Mahkemelere Hayır!
Bu kampanyaların hepsi önemlidir bu anlamda verilen mücadeleler desteklenemelidir.
Ben burada şunu vurgulamak istiyorum: Bu kampanyaları dönemsel hükümetlere mal etmekle sonuç alınamaz.
Mesela bugün Özel Yetkili Mahkemeler’ in kapatılmasına yönelik mücadeleyi “sadece” AKP’ ye bağlamamak gerekir. Çünkü bu mahkemeler –yazımın başlarında da belirttiğim gibi- sistemin işleyişini yansıtan mahkemelerdir.
Rejimin nasıl işlediğini yönelik ciddi ipuçları veren mahkemelerdir.

Bugün Özel Yetkili Mahkemeler’ in kararları sadece Özel Yetkili Mahkemeler’ in kararlı ile ilgili değil aynı zamanda Yargıtay ‘ ın (8. Ve 9. Ceza dairelerin) içtihatlarıyla da ilgilidir. Özel Yekili Mahkemeleri kaldırdığımızda karşımıza Yargıtay’ ın 8. Ve 9. Ceza dairelerinde alınmış olan içtihatlar çıkar. O yüzden bugün sadece Özel Yetkili Mahkemelere karşı çıkmak yerine bu “anlayışa” karşı çıkmak gerekir.

Ben hukukçu değilim fakat günümüzde bilgiye ulaşmak zor değil. Biraz araştırma sonucunda bazı bilgilere ulaştım: Bugün Özel Yetkili Mahkemeler’ in “uzun tutukluluk uygulamalarına” ya da “örgüt üyeliğine yönelik değerlendirmelerine” karşı çıkıyoruz. Çünkü bu hukukun teknik olarak işleyişine aykırıdır.Yargıtay, yaklaşık 80 yıl önceki içtihatlarıyla örgüt üyeliği sınırlamalarını belirlemişti. Fakat egemenlerin Kürtlere veya sosyalistlere bakışı değiştiği için 2000’ li yıllarda Yargıtay 9. Ceza Dairesi’ nin içtihatıyla şöyle bir yenilik getirildi: Artık bu içtihada göre; Bir kişinin örgüt üyesi sayılabilmesi için örgüt ile fiziki, organik bağının olması gerekmiyor! Örneğin, örgütün hareketini kolaylaştırdığı düşünülen bir basın açıklamasına katılmakla örgüt üyesi sayılabilirsiniz. Bu, Yargıtay içtihatıyla kabul edilmiştir. Ben bu yazımda herhangi bir örgüt ismi kullanırsam bile örgüt üyesi gibi yargılanabilirim. Aynı örneği ceza kanununda da bulabiliriz: Örgüt üyesi olmadığı halde örgüt üyesi gibi cezalandırılır. Bu şuna benzer; hırsız olmadığınız halde hırsız gibi cezalandırılabilirsiniz ya da tecavüzcü olmadığınız halde tecavüzcü gibi cezalandırılabilirsiniz. Bu örnek bile bu mahkemelerin siyasi kimliği olduğunu kanıtlamaya yeter.

Mahkemeler hiç bir zaman sistemin koruyucusu olmamalıdır. Mahkemelerin asıl görevi adaleti sağlamak ise; insan haklarını ön plana alan hukuku uygulamalıdır

Türkiye’ de “faşizm” var mı yok mu ?

Siyaset bilimci Dr. Lawrence Britt, 20. yüzyılın gördüğü en tipik faşist rejimleri (Hitler’in Almanya’sı, Mussolini’nin İtalya’sı, Franco’nun İspanya’sı, Suharto’nun Endonezya’sı, Pinochet’nin Şili’si) inceleyerek Free Inquiry dergisinin bahar 2003 tarihli 23/2 sayısında yayımladığı makalesinde faşizmin 14 karakteristik özelliğini tespit etmiş.

Britt’in çok tartışılan, hatta Umberto Eco‘nun bir yazısından fazlaca esinlendiği söylenen ünlü makalesi, ‘yeni başlayanlar için 14 derste faşizm‘i anlatıyor:

1.Güçlü ve sürekli milliyetçilik

Faşist rejimler sürekli olarak milliyetçi söylemler, simgeler, sloglanlar, marşlar, şiarlar kullanma eğilimindedir. Kimi değer ve kişilerin, kutsanır. Bayramlarda her yere bayrak ve portler asılır.

Başbakan’ ın “Tek dil, tek bayrak, tek vatan, tek millet” diye “tek”lemesi…

Askerlerin veya milliyetçilerin: “Her Türk asker doğar”, “Her şey vatan için”, “En büyük Türk Atatürk”, “Vatan sana canım feda”, “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” sloganları…

“Ne mutlu Türk’üm diyene” veya “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” marşları…

Ulusal bayramlarda sokakları Türk Bayrağı ve egemenlerin portleriyle süslemek…

2. İnsan haklarının aşağılanması ve hor görülmesi

Kendi vatandaşından korkan devlet kendi güvenliği için insanlarına “ihtiyaç” gereği belirli durumlarda “insan haklarının göz ardı edilebileceği” düşüncesini aşılar. Bugün insanlarımızın “işkenceye, yargısız infazlara, siyasal suikastlere, işkencelere, uzun süreli gözaltında bulunan insanlara” karşı tepkisiz kalması, başını başka tarafa çevirmesi hatta bu insanlık dışı uygulamaları onaylaması bunun kanıtıdır.

Hatta bugün ileri demokrasiyi uygumaya çalışanlar, daha düne “insan haklararını”, “demokrasileri” aşağılayıcı sözler söylemiyorlar mıydı?

Bu ülkede ellerindeki copları havaya kaldırarak “Kahrolsun İnsan Hakları!” diye slogan atarak yürüyüş yapan polisler olmadı mı?

Hatta polislerin attıkları bu sloganlara “Bu da polislerin hakkıdır” diye destekleyenler olmadı mı?

Yürüyüşlerinde “elleri patlayana kadar alkışlayan” insanlarımız olmadı mı?

Oldu!

3. Birlik için bir düşman belirlenmesi

Sokaktan geçen herhangi bir vatandaşa sorsak “Dört yanımız düşmanla çevrili”, “Türk’ ün Türk’ten başka dostu yoktur” diyecektir. Çünkü egemenlerimiz yıllardır bize şunu empoze etti: “İran düşman, Yunan düşman, Ermeni düşman, Rus düşman, Araplar düşman, Kürt düşman, cemaatçi düşman, komünist düşman, sosyalist düşman, ateist düşman…”

Sistem savunucularımız demokratik bir toplum oluşturmak yerine, insanların farklılıklarını avantaj olarak kullanmak yerine vatandaşlarına “Dört yanımız düşman” felsefesini benimsetmiş. O yüzden ülkenin kurulduğu günden beri (bugün de dahil) sistem savuncularının ağzından hep şunu duyarız: “milli birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz şu günlerde…”

4. Ordunun ve militarizmin yüceltilmesi

Aslında bu konuda açıklama yapmaya bile gerek yok kanımca sonuçta bu ülke “asker devlet”tir… Ordunun yüceltilmesi ve topluma entegre edilmesi zaten militarizmdir. Sosyal hayatta militarizmi her yerde görürüz. Okulda, sokakta, işte vs.vs. 7-8 yaşlarındaki çocukların sabahki törende öğretmenlerinin “günaydın”ından sonra “sağol” diye yanıt vermesinden, tutun da okula tek sıra halinde askeri nizama uygun olarak girmesine kadar. Hatta daha farklı bir örnek vereyim: Verem savaşı derneği, epilepsi ile savaş derneği, cüzzamla savaş, kanserle savaş hep bir savaş var… Hatta “barış için savaş” bile var… Bunun adı zaten militarizmdir. Öyle tahmin ediyorum ki; verdiğim örneklerin karşısında o kadar aşina olduğumuz için bir çoğunuz duyarsız kaldınız (?)

27 Mayıs…

12 Mart…

12 Eylül…

28 şubat…

27 nisan…

Sistemimizde “ordu” denildiğinde akan sular durur. Sosyal sorunların yaraları derinleşse bile gerekli görüldüğünde hükümet bütçesinden orduya aşırı miktarda pay verilir. Bkz. Askeri İç Hizmet Kanunu

5.Cinsel Ayrımcılık

Faşist hükümetlerin neredeyse tamamı “erkek egemen”liği üzerine kuruludur. Faşist rejimlerin altında, anânevî cinsiyet rolleri daha katı yapılır. Homofobiklik ve eşcinsellik karşıtlığı, ulusal politikanın temellerindendir. Mesela kürtaj yasaktır, başörtülüye ayrımcılık yapılır, kadının cinselliğini yaşamasına izin verilmez ama 14 yaşındaki bir kızı taciz edip yazar olabilirsiniz.

6. Kitle iletişim araçlarının kontrol altına alınması

Kimi zaman medya hükümet tarafından doğrudan kontrol edilirken, diğer durumlarda dolaylı olarak diğer genelgeler, mevzuatlar, sempatik medya temsilcileri ya da yöneticileri tarafından kontrol edilir. Sansür, özellikle savaş dönemlerinde oldukça yaygındır.

Bunca zamandır Türkiye’ de medyanın konrol edildiğini, Başbakan’ ın RTÜK yasası ile padişah yetkilerine ulaştırıldığını, herhangibi bir internet sitesinin engellendiğini, düşüncesini beyan eden gazetecinin tutuklandığını, daha yayımlanmış kitabından dolayı soruşturmaya alınan yazarların olduğunu, 21 yaşındaki bir gencin masum blogunda yazdıklarından dolayı ceza aldığını Allah’ ıma çok şükür, yirmi bilmem kaç yaşındayım görmedim Türkiye’ de.

7.Milli güvenlik takıntısı

“Korku” hükümetleri bunu kitleler üzerinde motivasyon aracı olarak kullanır.

“Uzaylılar gelecek devleti eli geçirecek…”

“Yaza kalmaz şeriat gelecek…”

“Bu kış komünizm gelecek…”

8.Dinin ve devlet yönetiminin iç içe geçmesi

Faşist ulus hükümetleri, ulus içindeki en yaygın dini, kamuoyunu manipüle etmek için bir araç olarak kullanır. Dinsel retorik ve terminoloji, hükümet liderlerinde ortaktır.

Biri AKP’ mi dedi ? Aynı şekilde CHP’yi de desin o halde…

Diyanet Kurumu devlete bağlı mı? Evet

İmamlar, devletin maaşlı memuru mu? Evet

Sivas katliamı döneminde olayları kışkırtanlardan biri olan Temel Karamollaoğlu Refah partisinden milletvekili seçilerek ve dokunulmazlık zırhına büründü mü? Evet

Bu ülkede Demirel’ den Ecevit’ e, Baykal’ dan, Tayyip’ e kadar siyasetçilerin hepsi “en iyi müslümanın” kendileri olduğunu iddia ettiler mi? Evet.

Hatta Kenan Evren bile meydanlara çıkıp Kuran’dan ayetler okudu mu? Evet

9.Özel sermayenin korunması

Faşist uluslardaki sanayi ve iş aristokrasisi, sıklıkla hükümet liderlerini iktidara getirenlerdir. Bunu hükümetle iş dünyası arasında karşılıklı çıkara dayalı bir ilişki tesis ederek ve belli bir iktidar eliti yaratarak yapar.

Sizce bu ülkeyi TÜSİAD, MÜSİAD, Koç, Sabancı, Doğan, Albayraklar vs. mi yönetmeli yoksa HALK mı ?

10.Emekçinin ezilmesi

Faşist hükümete karşı tek gerçek tehdit emeğin örgütlü gücü olduğundan, işçi sendikaları ya tamamen saf dışı edilir ya da şiddetle baskı altına alınır.

Tekel işçilerinin direnişinden Ankara’ da torba yasaya karşı çıkan işçilere kadar yüzlerce binlerce örnek verilebilir fakat hepsini anlatmaya benim ömrüm yetmez. “1 Mayıs” demem yeterli olur sanırım..

11. Aydınların ve sanatın küçümsenmesi

Faşist rejimler, yüksek öğrenim ve akademiye karşı açık bir düşmanlığı körükler ve teşvik eder. Profesörlerin ve diğer akademisyenlerin sansüre uğraması, hatta tutuklanması yaygındır. Sanatta ifade özgürlüğü açıkça saldırı altındadır ve hükümetler genellikle sanata bütçe ayırmayı reddeder.

Bu ülkede bir gecede profesör kadroları açılmadı mı? Geçmişte bu ülkenin hapisaneleri adeta akademik bir yuva gibi değil miydi? Bugün de dahil olmak üzere aydın kesimi, “ağzını açanı” içeriye atmıyorlar mı? Çıplak Yunan heykelleri için siyasiler “Ben böyle sanatın içine tükürürüm” demediler mi? Daha geçtiğimiz haftalarda “ucube” tartışması yaşanmadı mı?

12. Suç ve ceza konusunda aşırı saplantı

Faşist rejimlerde, polislere kanunları zorla uygulamaları için neredeyse sınırsız bir yetki verilir. İnsanlar genellikle, polisin suistimallerine göz yummaya ve hatta vatanseverlik adına sivil özgürlüklerden feragat etmeye razı olur. Faşist uluslarda, sınırsız güce sahip ulusal bir polis kuvveti vardır.

Biber gazı, cop, tekme, sorguda yaşananlar vs.vs. polisin yetkileri ve uygulamaları hakkında örnekler vermeye gerek yok, gündemi biraz takip eden insanlar bunu zaten bilir. Bilmeyenler ise “Polis vazife ve salahiyet kanunu”nu inceleyebilir.

13. Adam kayırma ve yozlaşmada sınır tanımama: Faşist rejimler neredeyse her zaman, yönetim kadrolarına birbirini atayarak hükümetin güç ve otoritesini onları hesap vermekten korumak için kullanan bir grup ahbap ile müttefikleri tarafından yönetilir. Ulusal kaynakların ve hatta hazinenin tahsisi ya da bunların hükümet liderleri tarafından açık bir şekilde gaspı, faşist rejimlerde rastlanmayan bir olgu değildir.

Osmanlı’ dan günümüze –günümüz de dahil- rüşvetin ve adam kayırmanın olduğunu herkes bilir.

14. Hileli seçimler: Faşist uluslardaki seçimler bazen tamamen göz boyama amaçlı yapılır. Diğer zamanlarda ise seçimler, çamur atma kampanyaları, hatta muhalefet adaylarının öldürülmesi, seçmen oylarının ve seçim bölgelerinin kontrolü için yasama kurumlarının alet edilmesi ve medya manipülasyonu gölgesinde yapılır. Faşist uluslar, tipik olarak kendi yargı sistemini seçimleri manipüle ya da kontrol etmek için kullanır.

Açık oy – kapalı sayımdan tutun, çöp konteynırlarından bulunan oy pusulalarına kadar seçimlere hile karışması ülkemizde adeta bir gelenek haline gelmiştir.

Biraz uzattığımın farkındayım “bu yazıyı” okuyorsanız bitmiştir. Şimdi yapmanız gereken yazının başlığını tekrar okuyup düşünmek…