Marksistler ve Müritler

İnanmak ve bilmek, neredeyse insanlık tarihi kadar eski olan iki ayrı olgu. Bilmek ya da bilinç bir emeğin sonucunda, inanmak ya da inanç ise bir “bilinemezliğin” sonucunda ortaya çıkan fenomenlerdir.
İnsanlık, bugünkü gibi toplum halinde yaşamadan önce de üretmenin, tüketmenin, paylaşmanın bilincine varmıştır. Fiziksel ve zihinsel evrimi bugünkü gibi kompleksif olmadığında bile güdüsel olarak yemeden, içmeden yaşayamayacağını biliyordu. Hayatta kalmak için yemek, yemek için üretmek, üretmek için ise ortaya emek koyması gerekmekteydi. Zamanla, güvenlik unsurları ve iş bölümünü yaratmak adına toplu halde yaşama bilincini edinmiştir. Dolayısıyla “emek” dediğimiz olgu, bilincimizin gelişmesindeki en önemli unsurlardandır.

İnanmak ya da inanç denilen fenomen ise, emeğin dışında kalan, insanın çaresizliğinde ortaya çıkan, bilmediğine “bilmiyorum” demek yerine, sığınma işlevi gören zihinsel bir düşüncedir. İnsanlar binlerce yıl boyunca çevresindeki olaylara gözledikçe, güneşe, suya, toprağa baktıkça, bunları anlamaya çalıştıkça, her çözemedikleri sorunsala “Tanrı” kılıfını giydirmişlerdir. Güneş tanrısı, yer tanrısı, gök tanrısı gibi bilince çıkartamadıkları her şeyi tanrılaştırmışlardır. Böylelikle bilinç düzeyinin çözemediği, üstesinden gelemediği tüm olaylar ve olgular inancın birer öğesi haline gelmiş, böylece çok tanrılı dönem başlamıştır. Zaman içerisinde insanlar daha çok bir arada yaşamaya başladıkça, toplumsal yaşama geçildikçe, sorunlar artmış ve toplumsal yaşamla gelen toplumsal yönetim bir sorun olarak karşılarına çıkmıştır. Çok tanrılı dönem tarihsel anlamda miladını doldurmuş ve toplumun beklentilerini karşılayamaz düzeye gelmiştir.
Toplumun bu beklentilerine cevap vermek ve toplumsal alandaki sorunları çözmek için devlet oluşumu gündeme gelmiştir. İnsanlığın kültürel ve sosyolojik alandaki başlangıcı olan Sümer’ de bir çok devletler hatta imparatorluklar kurulmuştur. Devlet olgusu zaman içerisinde despotik bir yapı sergileyerek, zora başvuran egemenlik hegemonyasına dönüşmüştür. Hatta bu şiddet Sümer efsanelerinin birinde şöyle tasvir edilmektedir: Dişil olan Gök Tanrısı bir ağacın gölgesinde uyurken bir çoban tarafından tecavüz edilmesi sonucunda, kızarak, bütün suları kan yapmış ve Firavun 6. Ramses’e gücünü göstermek için Musa’nın asasını suya batırıp, bütün suları kana dönüştürmesiyle devam etmişti. Sonuç olarak zaman içerisinde devlet şiddeti ile ilahi şiddet birleşerek insan hayatında yer edinmeye başlamıştır.
İnsanın yaşamındaki ve toplumsal hayattaki gelişmelerin hepsi; kendi üst düzeyi olan, olgu ve kavramları tanımlama, onları isimlendirme, anlamlandırma şeklinde devam ederek felsefenin doğmasına ve felsefi düşüncesinin gelişmesine olanaklar sağlamıştır. Tarihte insanlığın toplumsal yaşamı biçimlendikçe, bilinç ve inançta toplumsal anlamda şekillenmeye başlamıştır. Bu süreçte; materyalizm bilincin, idealizm ise inancın felsefi temelleri üzerine kurgulanmış, şekillenmiş ve günümüze kadar gelmiştir. Toplumsal yaşamın artmasıyla birlikte özel mülkiyet kavramı ve bununla birlikte gelen sınıflı toplumun oluşması, idealizm ve materyalizm ile birlikte oluşan toplumsal sistemlerin giderek ekonomi politiklerinin ideolojik gömleğini giymesine yol açmıştır.
Materyalist felsefe, insanlık tarihinin en eski toplumsal sistemi olan, ilkel-komünal toplum ve özel mülkiyet haricindeki toplumsal mülkiyetin temelleri üzerine inşa edilen ekonomi-politiğin doğmasına ve daha sonrasında biçimlenerek ideolojik zemin hazırlamasına analık ederken, idealist felsefe özel mülkiyeti savunan, artı değer ve artı ürün sömürüsünü muhafaza eden, inançlardan nemalanan, devleti ve devletin zor aygıtlarını toplum üzerinde egemenlik aracı olarak kullanan toplumsal yaşamın ana kaynağı haline gelmiştir.
İnanç ve bilinç insanlık tarihi kadar eski iki fenomenlerdir. Her ikisi de toplumsal sistemlerin oluşmasında pay sahibidir. Tabi ki her iki sistemde insanın doğasında var olan, toplumların yarattığı fenomenlerdir. Bundan dolayı insanların doğasında idealizmde, materyalizmde vardır. Hatta Marx’ın kimi bilim adamları için; “labaratuara girince materyalist çıkınca idealist oluyorlar” demesinin altında bu gerçek yatmaktadır.
İdealistlerin kutsal beklentileri vardır. Kutsal kitaplarında yazanların bir gün gerçekleşeceğine inanırlar. Sorgulamazlar, şüphe etmezler, kehanetlerini deneye tabi tutmazlar…
İdealizmi marksizmden ayıran en önemli farkta budur: Marksistlerin en önemli özelliği şüpheci olmalarıdır. Hatta Marx bunu şu şekilde dile getirmektedir: “Benim en temel özelliğim şüpheciliktir.” Bu yüzden Marksistler için, Marx, Marx’ ın kitapları, Marksizm üzerine yazılmış kitaplar ve diğer Marksistler kutsal değildir.
Marksizm, bu özelliğinden dolayı, kimin ne söylediğinden çok, kimin, neyi, ne zaman, ne için, nasıl söylediğini önemser ve kullanmış olduğu bu yöntem ile ortadaki verisel argümanı değerlendirir.
Marksizm ve Marksistler geleceğe dair ön görülerinde duygu ve vicdanı kullanmak yerine somut şartları değerlendirerek, somut tahlillerini akılcı bir yoldan yaparlar.
Toplumsal anlamda bir ilerlemeden bahsedilecekse, Marksizmin çıkış noktası ekonomik anlamdaki yapısal değişimler ve bunan sebep olan iktisadi yasalardır. Bu anlamda sabitlikten bahsedilemez, çünkü; ekonomin her durumda değişebilen bir yapısal özelliği vardır. O yüzdendir ki insanlık tarihine baktığımızda ekonominin, rekabetçi dönemde ayrı, tekelci dönemde ayrı, küreleşme döneminde ayrı işleyişleri ile karşılaşırız.
Rekabetçi dönemde karşımıza “imge” belirleyicisi çıkar. Yani gelişmiş olan ülkelerin, geri kalmış olan ülkelerin geleceğine kendi imgesini vermesi. Tekel dönemde gelişmiş olan ülkelerin, geri kalmış olan ülkelere bağımlılığı ya da yarı bağımlılık ilişkisini dayatması. Küresel dediğimiz dönemde ise, paylaşım konusundaki eşitsizliğin tekeller arası yasaya dönüşerek ülkeler arası çelişkinin zayıflaması. Bu eşitsizliğin çevresinde de Avrupa Birliği gibi onlarca emperyalist ülkenin bir akıl, bir odu, bir parlamento, bir polis teşkilatı, bir merkezi hükümet, bir para birimi vs. olarak birleşmelerini sağlamıştır.
Marx döneminde, böyle bir şeyin olabileceğinin ön görülmesi mümkün değildi. Çünkü o dönemde, kapitalizmin işleyişi bugünkünden farklıydı. Zaten kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası, hala gelişmiş ülkeler tarafından kendini geri kalmış ülkelere dayatıyor olsaydı, değil onlarca kapitalist ülkenin AB etrafında birleşmesi, ancak kendi aralarında savaşıyor olurlardı. Kaldı ki rekabetçi -gelişmiş ülkelerin gelişmekte olanlara kendi imgesini verdiği- süreçte, bugünün AB’ sini oluşturan gelişmiş ülkeler (!) 30 yıl, 100 yıl savaşları yapıyorlardı. Tekelcilik yıllarında ise 2. Dünya savaşı çıktı. Her ikisini de bugünün AB ülkeleri çıkarttı.
Kapitalizmin getirdiği eşitsiz gelişim yasası biçim değiştirip, ülkeler arası eşitlikten tekeller arası eşitlik eksenine geçmemiş olsaydı, emperyalist-kapitalist ülkeler bugün AB’ yi kuramazlardı. Kapitalizmdeki bu evre, sonucunda farklı olmasına yol açtı. O yüzden ortaya konacak öngörüler, verilerle desteklemelidir. Aksi taktirde Marksist materyalist olmak yerine idealizmin getirdiği müritlik anlayışı ortaya çıkar.
Marksist materyalizm, idealizm veya bilinç ve inançla karıştıranların başka bir yanlış kurgusu da fikri sabitliktir. Fikri sabitlik, Marksizm dışı bir yaklaşımdır. Diyalektikte en temel değer olan; “Değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğu” yasası, Marksizm tarafından benimsenen bir bakış açısıdır. O yüzden Marx’ ın, Lenin’ in ya da bir çok kişinin ileriye yönelik öngörülerini “mutlaka gerçekleşecek” şeklinde fikri sabitlik yapılmamalıdır. Çünkü bu, Marksizmin kendisine ters bir bakış açısıdır. Hatta Marx’ ın geleceğe yönelik kimi öngörüleri bile gerçekleşmemiştir. Marksizmin, bu yapısal özelliğinden dolayı bilimselliğinden hiçbir şey kaybetmez. Gelecek için öngörülerde bulunurken, belirtilen her şeyin bir keramet ehlinin alameti gibi mutlaka gerçekleşeceği beklenemez. Gelecek işin yapılan öngörüler, verilere dayanır ve biliyoruz ki veriler değişkendir, sabit kalan veri yoktur. Mesela bir ülkede gelecekte çok önemli iç sorunların yaşanacağının tahmini, hali hazırda varolan verilere dayanarak yapılır. Bu tahmini ortaya çıkaran onlarca veri olabilir. Bunlardan bir ya da bir kaçı yanlış yorumlandığı taktirde veya süreç içerisinde verilerin değişime uğraması gelecek için yapılan öngörülerin gerçeklemesini imkansız hale getirir. Bu yüzden olaya sonuç öngörüsünde –mümkünse- bulunmadan, “neden”lerin üzerinde yoğunlaşılması gerekir. Bu süreçte sadece “sonuç” alınıp, analizler sonucunda tahlil edilmiş veriler, argümanlar ve uygulanan yöntemler kıstas alınmazsa, Marksizmin temeli sayılan “neden-sonuç” ilişkisinin dışına çıkılır. Marksizm bir bilimdir ve bilimde mutlaklık yoktur. Mutlaklık, materyalizmin değil, idealizmin argümanıdır. İdealizmdeki mutlaklık ise; tanrıya ve inanca aittir. Verilere dayanarak bir ön görüde bulunmak yöntemsel olarak ne kadar doğruysa, onun mutlak gerçekleşeceğine inanmak da o kadar yanlıştır. Dediğim dedik çaldığım düdük, anlayışı materyalizmin değil, idealizmin bakışını yansıtır.
Kapitalizm, kendini “yeme” sürecini yaşarken, insanlığı da doğrudan doğruya bir çıkmaza doğru sürüklemektedir. İnsanlık bugüne kadar biriktirdiği değerleri, adeta hoyratça savurmaktadır. Hatta öylesine bir hale soktu ki, kendi felsefesi olan idealizmi dahi gereksiz bir hale soktu. O yüzden Marksizm, sadece emekçi sınıfının bir kurtuluşu değil, aynı zamanda insanlığın da kurtuluşudur. Marksist materyalist bakış açısının dışındaki tüm yöntemler şu an için, kapitalizme alternatif olabilecek durumda değildir.

Her şey suç amnaskim

5237 S.lı Türk Ceza Kanunu MADDE 125

(1) (Değişik: 29/6/2005 – 5377/15 md.) Bir kimseye onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte somut bir fiil veya olgu isnat eden veya sövmek suretiyle bir kimsenin onur, şeref ve saygınlığına saldıran kişi, üç aydan iki yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır. Mağdurun gıyabında hakaretin cezalandırılabilmesi için fiilin en az üç kişiyle ihtilat ederek işlenmesi gerekir.

(2) Fiilin, mağduru muhatap alan sesli, yazılı veya görüntülü bir iletiyle işlenmesi halinde, yukarıdaki fıkrada belirtilen cezaya hükmolunur.

(3) Hakaret suçunun;

a) Kamu görevlisine karşı görevinden dolayı,

b) Dini, siyasi, sosyal, felsefi inanç, düşünce ve kanaatlerini açıklamasından, değiştirmesinden, yaymaya çalışmasından, mensup olduğu dinin emir ve yasaklarına uygun davranmasından dolayı,

c) Kişinin mensup bulunduğu dine göre kutsal sayılan değerlerden bahisle,

İşlenmesi halinde, cezanın alt sınırı bir yıldan az olamaz.

(4) (Değişik: 29/6/2005 – 5377/15 md.) Hakaretin alenen işlenmesi halinde ceza altıda biri oranında artırılır.

(5) (Değişik: 29/6/2005 – 5377/15 md.) Kurul hâlinde çalışan kamu görevlilerine görevlerinden dolayı hakaret edilmesi hâlinde suç, kurulu oluşturan üyelere karşı işlenmiş sayılır. Ancak, bu durumda zincirleme suça ilişkin madde hükümleri uygulanır.

MADDE GEREKÇESİ

MADDE 125.– Madde metninde hakaret suçu tanımlanmıştır. Hakaret fiillerinin cezalandırılmasıyla korunan hukukî değer, kişilerin şeref, haysiyet ve namusu, toplum içindeki itibarı, diğer fertler nezdindeki saygınlığıdır.
Bu düzenlemede 765 sayılı Türk Ceza Kanununda benimsenen hakaret ve sövme suçu ayırımı kaldırılmıştır.
Hakaret suçunun oluşabilmesi için, kişiye somut bir fiil veya olgu isnat edilmelidir. Örneğin, kamu görevlisinin bir kişiden bir iş karşılığında belli bir miktar rüşvet aldığı yönünde isnatta bulunulması durumunda hakaret söz konusudur. Kişiye isnat olunan somut fiilin gerçek olup olmamasının, hakaret suçunun oluşması bakımından bir önemi yoktur. Ancak, iddia olunan hususun gerçek olduğunun ispat edildiği durumlarda, fail cezalandırılmayacaktır.
Keza, kişiye herhangi bir olayla irtibatlandırmadan, soyut olarak yakıştırmalarda bulunulması hâlinde de, hakaret suçu oluşur. Kötü bir niteliği veya huyu ifade eden sözler, somut bir fiil veya olguyla irtibatlandırılmadıkları hâlde, yine de hakaret suçunu oluştururlar. Örneğin, bir kimseye “serseri”, “alçak”, “hayvan” denmesi hâlinde, somut fiil isnadı söz konusu değildir. Aynı şekilde kişiye soyut olarak “hırsız”, “rüşvetçi”, “sahtekâr”, “fahişe” gibi yakıştırmalarda bulunulması hâlinde de hakaret suçu oluşmaktadır. Kişinin bedenî arızasını ifade etmekle veya kişiye bir hastalık izafe etmekle de hakaret suçu işlenmiş olur. Örneğin, kişiye “kör”, “şaşı”, “topal”, “kambur”, “kel” vs. demekle; kişiye “psikopat”, “frengili” veya “AİDS’li” demekle, hakaret suçu işlenmiş olur.
Dikkat edilmelidir ki; davranışın kişiyi küçük düşürmeye matuf olarak gerçekleştirilmesi gerekir. Kişiye onu toplum nazarında küçük düşürmek amacına yönelik olarak belli bir siyasî kanaatin isnat edilmesi hâlinde de hakaret suçu oluşur. Örneğin, bir kişiye “faşist”, “komünist” veya “mürteci” demekle, hakaret suçu işlenmiş olur. Bir kişiye izafeten söylenen sözün veya bulunulan davranışın o kişiyi küçük düşürücü nitelikte olup olmadığını tayin ederken, toplumda hâkim olan telâkkileri, örf ve âdetleri göz önünde bulundurmak gerekir.
Hakaret suçu, kişi muhatap alınarak işlenebilir. Bu durumda huzurda hakaret söz konusudur.
Hakaret suçu, kişinin gıyabında da işlenebilir. Kişiye hazır bulunmadığı bir ortamda veya doğrudan muttali olamayacağı bir surette hakaret edilmesi durumunda, gıyapta hakaret söz konusudur. Ancak, gıyapta hakaretin cezalandırılabilmesi için, fiilin mağdurun gıyabında ve fakat en az üç kişiyle ihtilat ederek işlenmesi gerekir. Bu kişilerin toplu veya dağınık olmalarının suçun oluşumu üzerinde bir etkisi yoktur. Bir veya iki kişiyle ihtilat ederek de mağdura hakaret edilebilir. Bu gibi durumlarda da esasında bir haksızlık gerçekleşmektedir. Ancak, izlenen suç siyaseti gereğince, gıyapta hakaretin cezalandırılabilmesi için, mağdurun gıyabında en az üç kişiyle ihtilat edilerek, yani en az üç kişi muhatap alınarak hakaretin yapılması şart olarak aranmıştır.
Maddenin ikinci fıkrasında, hakaretin mağduru muhatap alan sesli, yazılı veya görüntülü bir mesajla yapılması hâlinde, birinci fıkra hükmüne istinaden cezaya hükmedileceği kabul edilmiştir. Buna göre, kişiyi muhatap alan mektup, telgraf, telefon ve benzerî araçlarla yapılan hakaret de, huzurda hakaret olarak cezalandırılmalıdır.
Maddenin üçüncü fıkrasında, hakaret suçunun kamu görevlisine karşı görevinden dolayı işlenmesi, bu suçun bir nitelikli hâli olarak kabul edilmiştir. Keza, hakaret suçunun dinî, siyasî, sosyal, felsefi inanç, düşünce ve kanaatlerini açıklamasından, değiştirmesinden, yaymaya çalışmasından, mensup olduğu dinin emir ve yasaklarına uygun davranmasından dolayı ya da kişinin mensup bulunduğu dine göre kutsal sayılan değerlerden bahisle işlenmesi hâlinde, verilecek cezanın bir yıldan az olamayacağı hüküm altına alınmıştır.
Maddenin dördüncü fıkrası hakaret suçunun alenen işlenmesi, bu suçun bir nitelikli şekli olarak kabul edilmiştir. Aleniyet için aranan temel ölçüt, fiilin, gerçekleştiği koşullar itibarıyla belirli olmayan ve birden fazla kişiler tarafından algılanabilir olmasıdır.
Keza, aleniyetin basın ve yayın yoluyla gerçekleşmesi durumunda artırma oranı ayrıca düzenlenmektedir.
Maddenin son fıkrasında, kurul hâlinde çalışan kamu görevlilerine görevlerinden dolayı hakaret edilmesi hâlinde, suçun kurulu oluşturan üyelere karşı işlenmiş sayılacağı hüküm altına alınmıştır.

Muhafazakar neyi muhafaza eder ?

Muhafazakarlığın siyasi bir ideoloji olarak filizlenmesi 19. Yüzyılın başlarında olmuştur. Barındırdığı kimi motifler çok daha eskilere dayansa da muhafazakarlık 18. Yüzyılda Avrupa’ da yaşanan aydınlanmaya tamamen olmasa bile bir tepki niteliğindedir. 1789 Fransız İhtilali’ nin getirdiği jakoben anlayışa tepkidir.

Muhafazakarlık, kapitalizmin getirdiği “üretim tarzı ve ilişkileri” ile “serbest piyasayla metalaşma” konularında özsel anlamda bir çelişki yaşamamaktadır.

Dünya tarihinde halk devrimleri de burjuva devrimleri de olmuştur. Her ikisi de kendi politik görüşlerini yansıtmıştır. Yaşanan burjuva devrimleri sonrasında şekillenen uluslararası siyasi politikalarda önce kapitalizmin emperyalizme evrilmesinde ve sonrasında yayılan sosyalizme karşıtlık oluşturmasında milliyetçilik akımının ve dinsel motiflerin kullanılmasıyla muhafazakarlık biçimlenmiştir.

Muhafazarlığı temelde iki noktadan ortaya koyabiliriz. Birincisi; muhafazakarlık, insanların eşit olmadığını ve hiçbir zamanda olamayacağını savunur. Ayaklar hep ayak olarak kalacaktır… Dolayısıyla bugün muhafazakar kimlikten gelen iktidarın “eşitlik” söylemleri yalanlar üzerine kuruludur. İkincisi ise; muhafazakarlık temelde “muhafaza eden” anlamı da taşıdığı için içinde bulunduğu ekonomi politakasının ve toplum düzenininin en iyisi olduğunu varsayar .Dolayısıyla iktisadi politikalara ve toplumsal düzene getirelen eleştirelere, müdahalelere müthiş derecede karşı çıkar.

İşte bu yüzden muhafazakarlık ilk gününden beri entelektüel ve teori karşıtı olmuştur. Çünkü eleştirel düşünceyi her zaman tehdit olarak görmektedir.

Günümüzde liberalizmin bireyciliği muhazakarlıkla eklemlenmiştir.

Muhafazakarlık, insanların eşitlik ve gelişim için teori üretmelerine her zaman karşı durmuştur. Günümüzde ise piyasacılık temelinden hareketle muhafazakarlığı “yeni sağ” olarak da tanımlayabiliriz.

Muhafazakar ideolojide alttaki sınıfın üsttekine tepkisi ile üstteki sınıfın geniş kitleler üzerindeki siyasal baskı mekanizması vardır. Yönetici kesim, “başka bir düzen arayışı şu anki düzenin bile gerisine götüreceğini”, “kargaşa getireceğini”, “insanlığın biteceğini”, “ölümlerin olacağını” vb. yaymak zorunda olduğu müddetçe muhafazarklığa sarılacaktır. Fakat bir de işin görünmeyen yüzü vardır: Kapitalist düzenin getirdiği muhafazakarlığın ideolojik ve kültürel hegemonyası altında bulunan halklar da “değişim” “dönüşüm” “yıkım” korkusuna kapıldığı açıktır.

Serbest piyasacılığı savunan bir aydının liberal olmasını, piyasacılığı bir şekilde benimsemesini anlayabilirim fakat kitlelere hitap eden ve halkın desteğini alan muhafazakar yapıdaki liberal siyasi partiler bunu iktisadi politakalarında uygulayarak nasıl olurda halktan “hala” bu kadar destek görür ? Kayıt dışı olarak karın tokluğuna çalışan, asgari ücretli, işsiz, işini kaybetme korkusu yaşayan, ürünü para etmeyen çiftçi nasıl olurda küreselleşmenin etkisiyle serbest piyasacılığı savunan bir siyasi partiye taraftarlık düzeyinde bir destek verir ?

Günümüzdeki bu “yeni sağ”cıların demokrasi anlayışı ise yine liberal zihniyetindedir. Birbirleriyle rekabet halindeki siyasi partiler halktan oy ister; iktidara gelen parti ise halk tarafından her şey için yetkilendirilmiş demektir… Halkın oy verip iktidara getirdiği partinin yaptığı işlere karşı çıkanlar, her durumda “halkın dışında”, “entel”, “marjinal”, “iki koyun bile güdemeyecek” kişilerdir… Dolayısıyla karşımızdaki muhafazakarlığı, karşıtını karşıtın ötesinde “anomali” sayan bir totaliterliğe doğru evrilmektedir.

Bir sol partiye “muhafazakar” dediğimizde onu yermiş oluruz.

Bir sağ partiye “muhafazakar” dediğimizde onu övmüş oluruz.

Bugüne kadar Türkiye’ de “sağ” kesimde iktidar olan Menderes’ in DP’ si, Demirel’ in AP’ si, Özal’ ın ANAP’ ı, Erbakan’ ın MNP,MSP, RP, FP, SP’ si ve Erdoğan’ ın AKP’ si duruşları birbirinden farklıdır…Hatta Erbakan…’ ın muhafazakarlığı ile Tayyip’ in muhafazakarlığı bile birbirinden farklıdır.

Mesela,

ANAP’ ın muhafazakarlığı; “Cuma’ ya da giderim rakımı da içerim” derken AKP bunu demiyor hatta dedirtmiyor.

Bu durumda ise karşımıza iki durum çıkıyor. Birincisi muhafazakarlık sağcılığın sosudur… İkincisi muhafazakarlık tartışması AKP’ nin hoşuna gider çünkü tartışmanın sonucu ne olursa olsun AKP güçleneceğini bilir… “Ben muhafazakarım” demenin altında “Ben Müslümanım, dindarım, Osmanlıyım, ecdadıma laf ettirmem” de yatıyor. Bugün AKP tarafından dini motiflerin ve milliyetçi kimliğin öne çıkması bu yüzdendir. Çünkü muhafazakarlık; hem milliyetçiliğin hem de dindarlığın kardeşidir.

AKP, DP ve AP gibi partilerden muhafazakarlık anlamında farklılaşmıştır. AKP diğerlerine göre daha İslamcıdır… Herkesin gördüğü bir gerçek var : İslami ahlak, İslamin aileye bakışı, kadına bakışı AKP öne çıkararak oy topluyor…

AKP’ nin muhafazakarlığı farklı olduğu gibi milliyetçiliği de farklı… Öncelikle AKP, milliyetçiliğini “ecdadımız Osmanlı” ile birleştiriyor. Ancak Cumhuriyetçilerin karşısında Kürt meselesi hakkında “Osmanlıcılık” yerine , “Türk milliyetçisi” olarak karşımıza çıkıyor. Her sağ partide olan bu “yanar döner” tavrı muhafazakar olan AKP’ de hatta ona oy veren %47’ de de görmekteyiz. Bunun bir çok örneği var: Magazin izlemiyorum derken, magazin programlarının reyting rekorları kırmıyor mu ? Konya, Türkiye’ nin en çok içki tüketilen şehri değil mi ? Google’ da en çok aranan “sex” kelimesinin başını Erzurum çekmiyor mu ? Örnekleri çoğaltmak mümkün…

Peki bunları düşündüğümüzde muhafazakar olan AKP’ ye ne demeliyiz ? İslamcı ? Milliyetçi ? Sağcı ?

Bence “hepsi”dir.

Tabi hepsinden önemlisi ise sınıfsal zemindeki sağcılığıdır.

Sınıfsal düzlemde sağcı ve muhafazakar olan AKP’ nin devlet ile toplum ilişkisi ise şöyledir : Her muhafazakar parti gibi AKP’ de cemaatçi bir karakter taşıdığından dinsel değerleri ve kurumları muhafaza ediyor. Mesela erkek üstünlüğü, kadınların nisa suresine göre yaşaması gerektiğini, en az üç çocuklu bir aile yapısını egemen kılarak İslami normlara göre bir toplum düzeni yaratmak istiyor. AKP sadece bu açısıyla bile paternalist devlet anlayışını uygulamak zorunda. Bu anlayıştaki bir iktidarın da demokratik olmasını beklemek olmaz. Bekleyen varsa bile günaha giriyordur! Erdoğan bu zihniyetten farklı olsa başkanlık sistemini de istemezdi.

AKP’ nin muhafazakarlığı açısından devletle olan tek sıkıntısı onun laik yapısıdır. Onu da yeniden yapılandırdığında devletle bir sorunu kalmaz. Laikliği değiştiremese bile en azından yargıya yaptığı gibi içini boşaltır. Yani AKP’ nin derdi demokratikleşme değil… Çünkü toplumu hiyerarşik bir aile, devleti de bu ailenin çatısı olarak gören bir zihniyet, tabiki de siyasi otoritenin tek elde toplanmasını ister.

AKP’ nin muhafazakarlığı; emek sermaye çelişkisini, dinsel motiflerde biat kültürünü oluşturmak için sadaka düzenini aktif kılmaktan ibarettir. Neo-liberalizmin insanlık dışı uygulamalarını savunurken, tüm bu düşüncelerini ülkenin ekonomik refahının yükselmesi için “olmazsa olmaz” olarak görüyor. Çalışlanların ekonomik ya da sosyal haklarından bahsedildiğinde bunu hiç üstüne almadan ancak sosyalist devletlerde olduğunu söylemedi mi ? Sermayenin çıkarlarını göz eden iktidar, iş emekçilerin haklarına gelince nedense hiç oralı bile olmuyor ! Sonra da çıkıp biz “halktanız” diyor. .. Doğru ya halkımız zaten emekçi değil, hepsi sermayeder…

Demekki ne kadar muhafakar o kadar kar!

AKP Siyaset Akademisi yöneticilerinden Nabi Yağcı şöyle demiş: “Yeni bir ideoloji arayışı içerisindeyiz. Marksizm’ den alıyorz ama Marksist değiliz, liberalizmden alıyoruz ama liberal değiliz, İslam’ dan alıyoruz ama dinci değiliz, batılı muhafazakarlardan alıyoruz ama batıcı değiliz… Genel bakışımız çağdaş muhafazakarlıktır.”

Yani şöyle mi diyelim: AKP’ ye göre AKP’ nin hedefi çağdaş muhafazakarlıkmış…

Ya da şöyle mi diyelim: “Yalanın batsın!”

Koca bir İslam dünyasının batı çıkarlarına entegre edilmesi için Türkiye’ ye tasarlanmış bir rol var. AKP’ de bunun adını “çağdaş muhafazakarlık” olarak tanımlıyor.