Komünistler İşçilerimizi Nasıl Aldatıyorlar?


Genelkurmay Başkanlığı, 1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı, Selimiye - İstanbul üst başlıklı, 32 sayfalık broşür. Şubat 1973 tarihinde basılmış.

Giriş Kısmı:
"Komünizm, Allah'ı bulamayan, mülkiyet tanımayan ve tatbikatıyla insanları köle gibi kullanan ilkel bir rejimdir. Komünizmi bir rejim olarak sistemleştiren Karl Marks bile, ölümünden az önce: 'Pireler ektim, ejderhalar biçtim. Ben marksist değilim. Ben marksist değilim,' demek suretiyle bu vahşet örneğini suçlamak zorunda kalmıştır."

Sayfa 3-4:
"Kanser hastalığından da tehlikeli olan komünizm, sadece bir insanın değil, insandan insana bulaşarak bir milletin ölümüne bile sebep olmaktadır. Nitekim, komünizm illetine yakalanan her fert ve bu gibi fertlerden oluşan her millet insanlığın en büyük idraki olan Allah, millet, ahlak, özgür düşünce gibi kavramları kaybetmekte, sadece komünist partisinden aldığı emirleri dinleyen ve uygulayan canlı bir robot veya robotlar topluluğu olmaktadır."

"Bu durum, bir nebze yukarıda da bahsedildiği gibi insan tabiatına aykırı, kaskatı bir inkarcılıktır. Zira insan, maddi bir varlıktır. Hayatı ise madde ile mana arasındaki dengenin bir ifadesidir. Bu dengeyi kuramamış olduğu bilinen ilk insan toplulukları birbirlerini telef etmişlerdir. Binlerce yıl sonra aynı vahşeti getirmek isteyen komünizmi benimsemek, medeniyetin ve bunu yaratan maddi ve manevi varlığın ve ilmin inkarcılığından başka bir şey olamaz."

Sayfa 6:
"Türk işçisi, memleketimizin genel şartlarına uygun olarak yeterli öğrenimden geçmemekle beraber, kuvvetli bir sağduyuya sahiptir. Temelde milliyetçi, Atatürk'çü ve geleneklerine bağlıdır." "Emeğini, şerefle yaşamak için sermaye olarak kullanmaktan büyük bir zevk duymaktadır. Kanunlara karşı hürmetkardır. Haklarının istismar edileceğine inanmadığı gibi buna mani olabilecek her türlü anayasal garantiye sahip bulunmaktadır."

Yorumu sizlere bırakıyorum...

Püf: Bilgilerin tamamı Ekşi Sözlük' ten alınmıştır.

Evrim Teorisinin Eğitimimizdeki Evrimi


1930′lar
Tarih ders kitapları dünyanın ve insanın evrimini anlatarak başlamaktaydı.
“…kitabımızda insanın tarihine girmeden önce, kainat, dünya ve insan hakkında zamanımızın ilme dayanan teorilerini aktardık ve açıkladık ve bunu yaparken batıl fikirlerden sıyrılarak, tarihi gerçekliği kavramaya çalıştık”
Afet İnan

1940′lar
Tarih ders kitaplarından ilk bölümler çıkarılmış ve tarih Yontma Taş Devri ile başlatılmıştır.

1960′lar
Biyoloji derslerinde olaylar doğal izahları ile açıklanıyordu:
“Öyle ise, tufanlarda canlıların ortadan kalktıkları, yeniden yaratıldıkları; türlerin sabit olduğu fikirleri doğru değildir”
1962 tarihli Biyoloji Ders Kitabı

1970′ler
“…liselerde okutulacak biyoloji kitaplarını, biyokimya kitaplarını, Allah’ın adıyla bizim adamlarımız, dinimize, kökenimize inanmış, bağlı kimseler hazırlasınlar…”
Fethullah Gülen

“Türk-İslam kültürünün aşağılanan unsurlarının çıkarılması, İslami değerlerin öne çıkarılması ve pozitivizmin dışlanması…”
1976-Tek Kitap Rejimi’nin Amaçları
39. T.C. Hükümeti (AP ‐MSP ‐MHP ‐ CGP)

1980′ler
Fethullah Gülen’in Türk biyoloji eğitimi konusundaki dilekleri 1985 yılında Vehbi Dinçerler’in Milli Eğitim bakanlığı sırasında gerçekleşme yoluna girmiştir. Lise biyoloji ders programına ABD’li köktendincilerle işbirliği içinde evrime seçenek olarak yaratılış görüşü eklenmiştir.
Lise din kültürü ve ahlak bilgisi ders kitaplarında da aynı şekilde Darwin’in evrim kuramı çarpıtılmıştır.

“1980’li yılların ortalarında bir gün Yaratılışı Araştırma Enstitüsü (ICR) Türk Milli Eğitim Bakanı sayın Vehbi Dinçerler’den, davetsiz bir telefon aldı. Dini bütün bir müslüman olarak Mr. Dinçerler yaratılışa inanıyordu (yaratılışın Kur’an’daki anlatımı İncil’deki ile hemen hemen aynıydı). Türk Hükümetinin bir üyesi olarak, tüm eğitim sistemine vakıf olduğu için okullarında baskın olan laik temelli salt evrim öğretimine son verip, bunun yerine yaratılış ve evrime eşit zaman ayrıldığı iki modelli bir sistemi getirmek istiyordu. Bunun sonucu olarak yaratılışın bilimsel (İncildeki değil) kanıtlarını içeren ICR’ın çeşitli kitapları Türkçe’ye çevrildi ve Türkiye’de tüm okul öğretmenlerine dağıtıldı.”
Institute for Creation Research (ICR) – Acts and Facts

“Yaratılış teorisini müfredata ekleyenler sizin gibi akademisyenlerdir. Bakanın takdiri sadece tekelciliğin kaldırılmasının daha hür, daha bilimsel, daha tartışmacı, bireylerin yetişmesindeki “tekilci ve tekelci” engelleri ortadan kaldırmak olmuştur…”
Vehbi Dinçerler

1990′lar
Eskiden olayların doğal yollardan açıklandığı biyoloji derslerinde, şimdi doğaüstü gerekçelerden bahsedilir olmuştu.
“Günümüzde biyoloji ile ilgili birçok bilim adamı, hayatın çeşitliliğini, bir hücre içinde geçen hayat olaylarının olağanüstü nizamını ve kainatın çok ince bir düzenle işlediğini görerek, Allah’ın varlığını idrak ettiklerini belirtmişlerdir”
1992 tarihli Biyoloji Ders Kitabı

Evrim kuramı liselerin işlediği son biyoloji konusu haline getirildi.
Liseler ve Üniversiteler’de kullanılmak üzere “ilginç” ders kitapları yazılmaya başlandı, bir kaç örnek:
“… bu hesaba göre Hz. Adem’in boyunun yaklaşık 30 metre civarında olduğu söylenebilir. … Ağaçların 200 metre olduğu, dinazorların yaşadığı dönemde bizim gibi ufak tefek insanların yaşadığını düşünme, hayat mücadelesi açısından insan ters gelir. Kocaman kertenkelelerin, dev dinozorların yanında öyle insanların olması gerekir ki hayatla mücadelede mevcudiyetini koruyup neslini sürdürebilsin.”

Alternatif Biyolojiye Doğru

“Alternatif Biyoloji, genç ve gayretli ilim adamlarımızın göz nuru ve yorucu çalışmalarının mahsulü. Biz, bütün gönlümüzle bu mübarek çalışmayı takdirle karşılıyor ve alkışlıyoruz. Ne var ki, günümüzde zıvanadan çıkmış bilim telakkisinin yeniden hakiki yörüngesine oturtulabilmesi için, bilimin değişik dallarında bunun gibi daha yüzlerce telifata ihtiyaç var.”

Fethullah Gülen – Kitap hakkındaki görüşleri

Atatürk Üniversitesinde Biyokimya’ya Giriş

2000′ler
“…Darwin teorisi yapısı dolayısı ile ateistlerle deistlerin dünya görüsüyle birebir örtüşen bir görüştür. Akıllı tasarım ise dinlerin yaratılışla ilgili görüşleriyle birebir örtüşür.”

“…Darwin teorisi ateist fikirlerle örtüştüğü için bu bir ateist propagandasıdır bu kitaba girmemelidir demek ne kadar yanlışsa akıllı tasarım semavi dinlerin ilahi kitapların yaratılışla ilgili fikirleriyle örtüşüyor diye bunu yok sayamayız. Gallup Enstitüsü Türkiye’de bir araştırma yapmış, yapılan araştırmada ateist 1%.”

“… bu 1% ile Darwin’in görüşleri örtüşüyor ama AT 99% olan insanların görüşleriyle örtüştüğü zaman bu bir dini telkindir diyemezsiniz.”

Hüseyin Çelik
2003-2009 T.C. Milli Eğitim Bakanı

2011
Ankara’nın Mamak ilçesindeki Ticaret Odası İlköğretim Okulu 5. Sınıf öğretmeni Süleyman Biçer’in, Fen ve Teknoloji dersinde, Canlıların Sınıflandırılması konusunu anlatırken meraklı bir öğrencinin “Öğretmenim, insanlar maymundan mı geldi?” sorusuna “Hayır” yanıtını verdikten sonra Darwin’den ve Darwin’in canlıların başkalaşarak değişime uğradığından söz etmesi, bir öğrenci velisinin şikâyeti üzerine soruşturma konusu oldu.
Soruşturmayı yürütmekle görevlendirilen muhakkik, 43 mevcutlu sınıftan 9 öğrencinin ifadesine başvurdu. Dokuz öğrencinin altısı şikâyet konularından hiçbirini doğrulamazken biri şikâyetçi velinin çocuğu olan üç öğrenci, öğretmenlerinin Darwin’den söz ettiğini söyledi. Soruşturmayı yürüten muhakkik, “Ders saatinde Darwinizmi anlattığı, çocuklara insanların maymundan geldiği iddiası sübuta ermiştir.” diyerek öğretmen Süleyman Biçer’in “kınama” ile cezalandırılmasını istedi.
Öğretmenin birinci sicil amiri olan Ticaret Odası İlköğretim Okulu Müdürü bir alt cezayı uygulayarak “uyarı” cezası verdi. Öğretmen Süleyman Biçer, şikâyet konusunun iftira olduğunu, soruşturmanın da kendisini suçlayacak delillere dayanmadığını belirterek verilen cezaya itiraz etti. Ancak itirazı dikkate alınmadı. Ceza, Aralık ayında Mamak İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından onaylanarak kesinleşti.

Kaynak
Aykut Kence ve R. Nazlı Öztürkler Somel’in Biyoloji Eğitiminde Evrim Sempozyumu’nda yaptıkları sunumlardan ve Birgün Gazetesi'nden derlenmiştir.

İleri demokrasinin ilerisi


Erdoğan, seçim barajının inmesine her zaman olduğu yine karşı çıkmış ve seçim barajının %10' dan aşağı bir seviyeye çekilirse, ekonomik dengelerin altüstü olacağını söylemiş.

Breh breh breh

İşine gelen değişiklikleri bağıra çağıra yap, "baraj" konusu gündeme gelince "hebele hübele" tavrı takın.

Ben Başbakan' ın seçim barajının düşürülmesine karşı çıkmasını da anlıyorum.
İleri demokrasiyi uygulamak istiyor.

Ne gereği var seçim barajı düşürüpte meclise diğer partilerin girmesine...
Ne gereği var mecliste halkın tamamının temsil edilmesine...

Diktatörlüğünü elinden alıverirler mazallah!

Halkı da şöyle tehdit ediyor : "Aman ha ekonomi bozulur, koalisyon oluşur."

Geçmişte kurulan koalisyon hükümetleriyle ekonominin bozulacağını söyleyerek halkı tehdit etmekle kalmayıp bakanlarına koalisyon kurkusunu da aşılıyor.

Hatta Erdoğan ilerleyen süreçlerde bu düşüncesine MHP ve CHP' yi de katarak "baraj düşerse oylarınız bölünür" şeklinde yaklaşıp bu konuda onlardan da destek alacaktır.

AKP' nin 8 yıldır "koalisyonsuz" tek başına iktidar olduğu süre boyunca özelliştirme politikalarıyla ülkenin her karışının satılması bir tarafa, bu süre boyunca ülke kolisyonlar ile yönetiliyor olsaydı, ekonomide pek bir şey değişmeyecekti. AKP' nin tek başına iktidar olması ekonomimize artı katmadı. Uygulanan ekonomik politikalar ve varılan sonuç ortada. Az çok ekonomiyle ilgilenler bunu bilir.
Milli gelirimizde, milli gelirin dağılmasında birkaç puanın dışında değişiklik olmayacaktı. Bunu iddia ediyorum.

AKP' de olsaydı koalisyonlar da olsaydı "yapılması gerekenleri yapma zorunluluğu" diye bir gerçek var.

Şimdi düşünebilirsiniz "Ee o zaman ister tek başına iktidar olsun ister koalisyonlar olsun bir şey değişmeyecek..."

Reel ekonomi vardır. Bunlar biraz geçte olsa erken de olsa yapılması zorunluluk gerektirir.

%10 barajı kaldırılıp, çok seslilik mecliste oluşursa, farklı politikalar gündeme gelerek "en iyisinin" uygulanmasına mecbur kalınır.

Tek başına iktidar olmak ekonomimize bir şey katmadığı gibi "demokrasi" sorununa da yol açmaktadır.

Bülent Arınç çıkıp: “Bir kısım çağdaş düşünce sahipleri sadece içki ve seksle olaylara bakıyorlar” diyor. Erdoğan, Taksim' de yürüyen taraftarlara yönelik: "Topu görseler bomba sanıp karakola götürürler" ifadesi kullanıyor.
Ülkede "demokrasi" mi yoksa "kendine demokrasi" mi tartışmalarını başlatıyor.

AKP, iktidara geldiği günden beri "demokrasi" kelimesini ağzından düşürmediği gibi diğer yandan da gücünü artırdıkça otoriter/tataliter bir yol çizmeye başlıyor. Farklı seslere kesinlikle tahammül edemiyor. Toplumun çoğunluğunun kendilerini desteklerini düşünerek istedikleri gibi at koşturuyorlar. Ortaya çıkardıkları travmalarda cabası.

Bence kimi AKP sempatizanları "kör" ya da "korkak" !

Baskıyı ve otoriteyi hissetmek böyle bir şey: 12 Eylül’de binlerce insan işkencelerden geçirilirken de “baskı hissetmeyen”, hatta kendilerini eskisinden daha özgür hissedenler vardı memlekette. Bir dönemin ne denli baskıcı ve otoriter olduğuna dair hükmün, toplumun bütünü tarafından benimsenebilmesi bazen aradan uzun bir zaman geçmesine karşın da mümkün olmuyor. Tarihin hükmünü paylaşmayanlar çıkıyor.

AKP' nin baskıcı mı özgürlükçü mü olduğunu, 1 Mayıs’ta coplananlara sorsanız, protestocu öğrencilere sorsanız, Ankara’nın ayazında gazlanıp suya dökülen Tekel işçilerine sorsanız, istenmeyen sorular sorduğu için Başbakanlık’a akredite edilmeyen gazetecilere, hatta yazdığı bir kitaptan sonra Devrimci Karargah üyesi yapılan Avcı’ya sorsanız alacağınız yanıt farklı olacaktır.

Bir iktidarın demokrat mı yoksa baskıcı mı olduğunu, iktidar sempatizanlarına sorunca mı anlarsınız, iktidara muhalif olanlara sorunca mı anlarsınız?

Kendi gibi düşünmeyeni dışlayan, yok eden, kibirle tepeden bakan anlayış AKP' nin her zerresine işlemiştir.

Geçenlerde Ankara' da bir okulda yaşanan "Darwin tartışması" AKP' nin demokrasiden ne anladığını yansıtmaktadır.
Fen ve Teknoloji dersinde, öğretmen "Canlıların sınıflandırması" konusunu işlerken bir öğrencisinin "Öğretmenim, maymundan mı geldik?" sorusuna "Hayır" yanıtını vererek "Canlıların değişime uğradığını" evrim teorisi bağlamında anlattığı için soruşturmaya maruz kalarak cezaya uğramıştır. Alın size demokratikleşme.

Demokrasinin en önemli ölçülerinden biri, halk iradesinin olabildiğince doğrudan Meclis’e yansımasıysa, o yansımanın önündeki en önemli engel de yüksek seçim barajlarıdır.

%10 seçim barajı düşürülmedikçe, hiç kimse bu ülkede demokrasiden bahsedemez!

(Evrensel)

Hizbullah dışarı, öğrenciler içeri


Yargıtay 9’uncu Dairesi dün, 16 Hizbullah sanığı hakkında verilmiş müebbet hapis cezalarını onayladı.
Yine aynı Yargıtay, 4 Ocak ve takip eden birkaç gün içinde 10 tutukluyu salıverilmişti.

Önce hapisten çıkar sonra da hapse katmaya çalış...

Ankara'da 5 öğrenci buluşmak ve sohbet etmek için Demetevler parkında gider.
Ellerinde ders kitapları, gazeteler ve "ibo" kitabı vardır.
Polis parka gelir; "Karşıt görüşlü öğrencilerle kavga edebilir" gerekçesiyle 5 öğrenciyi göz altına alır.
Ellerinde kitap ve gazeteleri de "örgüt dökümanı" olarak yansıtır.

Öğrenciler parkta buluştu diye...
Ellerinde her yerden satın alınabilecek ve yasal olan gazete ve kitaplar var diiye...

Örgüt propagandası yapıyorlarmış!

Ben şimdi size ne anlatayım?

Polisin keyfi hareketlerini mi anlatayım?
Ortadaki hukuksuzluğu mu?
Öğrencilerin eğitim hakkının elinden alınmasını mı?
TRT' nin bu haberi "Üniversitelerde kaos planı" olarak yansıtmasını mı?
Hizbullah' ın eli kanlı katillerini dışarı salmasını mı?
Öğrencileri içeri alma çabalarını mı?

Ben şimdi size ne anlatayım?

(Evrensel)

KCK Davası Sorunsalı

Tutuklu olarak yargılananlar: "Tahliyelerimizin talebini istiyoruz."

Savcı: "Suçun niteliği ve sanıkların kaçma tehlikesi sebebiyle tahliyeler uygun görülmemiştir."

Sanık Avukatları: " Sayın Savcım, bu kararınız AİHM kararları ve Yargıtay içtihadlarına göre her bir sanık için ayrı ayrı uygulanması yönündedir.Davada tutuklu yargılanmayı gerektirecek koşullar yoktur. Bu, ancak istisnai durumlarda olabilir."

Sessizlik

(Başa dönün)

En uzunu 21 ay, en kısası ise 13 aydır tutuklu olarak yargılanan 104 sanık...

Hep aynı tablo...

Sanıklar suç işleyebilir...
Sanıklar kaçabilir...
Sanıklar delilleri karartabilir...
Sanıklar tanıklara baskı uygulayabilir...
vs.vs.
Aşağı yukarı bu sebepler öne sürülerek tutuklu yargılanmalar devam ediyor...

Halbuki bu gerekçelerin her biri için mahkeme heyetinin sanıkları ikna etmesi gerekmektedir.
Tutukluğunun talep edilmesini isteyen her bir sanık için ayrı ayrı gerekçelerle ispat etmesi gerekmektedir.
Suç işleme tehlikesi varsa gerekli delilleri ortaya koyması gerekmektedir.
Aynı şekilde delilerin karartılması tehlikesi varsa ispat edilmesi gerekmektedir.

Bunların hiç birisi olmuyor...

Türkiye' nin Ceza Hukuk' unun iflas ettiğini bu dava göstermektedir!

Hangi sanığın hangi gerekçeyle kaçma tehlikesi var?
Hangi delillerin korunması amacıyla sanıklar tutuklu?
Bunca zamandır toplanmamış deliller varsa savcı neden toplamıyor?
Sanıkların hiçbirisi bugüne kadar terör eylemine katılmamış, aramalarda silah çıkmamış, suç işleme tehlikesi yokken hangi sebeple sanıklar tutuklu?
Hiç bir sanık kaçma teşebbüsünden bulunmadığı halde neyi ya da neleri göz önünde bulundurarak kaçma tehlisi öne sürülmekte?
...

Bu soruların da hiç birine cevap yok!

Tutuklular Kürtçe ifade vermek istiyor...
Mahkeme "heyeti konuşulan dili anlamıyoruz" diye kabul etmiyor...

TRT 6 "Türkünü sen söyle (Strana xwe beje) diye bir yarışma yapıyor...
En iyi Kürtçe türkü söyleyen kişiyi seçmek istiyor...

Devletin mahkemesi Kürtçe ifadeyi kabul etmem diyor...
Devletin televizyonu en iyi Kürtçe türkü okuyan kişiyi seçmek istiyor...

Bunlar Diyarbakır' da oluyor!

Bunlar bu topraklarda yaşanıyor!

(Evrensel)

Siyasi üslup


Sizin ne düşündüğünüzü bilemem ama ben siyasi liderlerin uslubundan rahatsızım.

Hem birbirlerine karşı seviyeleri çok aşağıda hem de kitlelerin karşısında takındıkları tavır beni rahatsız ediyor.

Halkı cahil görerek sanki kahve sohbeti yapıy...orlar.

"Recep Efendi"ler, "Memur Kemal"ler...

Geçenlerde Yılmaz Özdil köşesinde konuyla ilgili şöyle demiş,
"Kılıçdaroğlu için “Cibiliyetsiz, yüz karası, seviyesiz, istismarcı, İsrail'in avukatı, umut simsarı, dik duramayan, çapsız, sığ, ufuksuz, vizyonsuz, geri vitese takan, çark eden, Ergenekon'un avukatı, oy bile kullanamayan, iftiracı, karikatür muhalefeti, sen ne diyorsun be, amatör şeyhülislam, dürüst ol dürüst, kıvırıyor” diyen Başbakan, başbakan olarak kalır... Başbakan için “Zalim, çalmayacaksın, ikiyüzlü, omurgasız, saygısız, ahlak yok mu sende, vicdan yok mu, soruyorum, yetim hakkı yiyen senin milletvekilin değil mi, memleketi peşkeş çekmekten bıkmadın mı, çağdışı despot, at gözlüğü takmış, nankör, gözü dönmüş, aymaz, tipik bir vaka, küstah, rüşvet haberini görmezden gelen adaletsiz, yatacak yeri yok, insanda biraz utanma olur, kıvırma olur da 180 derecelik kıvırmayı bunda gördüm, Recep Bey'den inciler diye kitap yazacağım, çok kalın olursa adına Receplarousse diyeceğim, senin maskeni indireceğim, Yüce Divan'a göndereceğim” diyen Kemal Kılıçdaroğlu, başbakan yardımcısı olur."

Sadece liderler değil, parti yöneticileri de aynı vasıflara sahip...

Bu atışmalara ve kullanılan usluba baktığımızda bu liderlerin aslında Türkiye toplumunun seviyesiyle ilgili önyargılı yaklaştıklarına şahit oluyoruz. Bu yapıları hala bu milleti cahil olarak görmelerinden kaynaklanmaktadır. Hele hele Şive değiştirmeleri, kasket takmaları vs. de işin başka bir boyutu...

Okuma oranımız arttıkça, eğitim seviyemiz yükseldikçe, böyle siyasetçilerin de önümüzdeki süreçlerde azalacağı düşüncesindeyim.

Siyasetin temelinde "ikna etme" kaygısı yatmaktadır. Farklı düşünceler arasında transferlerle insanları ikna ederek kendi düşünsellerine katmak, siyasetin ana felsefesidir.

Bence siyasetin ve siyasetçinin iyi olanııyla kötü olanı arasındaki fark, siyasi liderlerin bunu nasıl yaptıklarıyla ilgilidir. Ukala bir tavırla, ötekileştirerek mi yapıyor yoksa karşısındakini anlamaya meyilli bir yaklaşımla tartışma kültürü içerisinde mi yapıyor.

Bugün de dahil olmak üzere bugüne kadar siyaset hep hoyratça yapıldı. Siyasi liderler kimseye danışma ihtiyacı duymadan neyin doğru neyin yanlış olduğunu bugüne kadar hep kendi iç dinamiklerinde karara bağladılar. Yol mu yapılacak? Baraj mı yapılacak? Yatırım mı yapılacak? Başa gelen her hükümet o konuyla ilgili kendi bünyelerinde bir kaç vekilin fikriyle kararlar almışlardır.Kendi dışındakilerden fikir alma ihtiyacı hissetmemişlerdir.

Peki bunları hak ediyor muyuz?

(Evrensel)

Farklılıkları bir araya toplayabilen kazanır


Seçimler yaklaştıkça siyaset geriliyor. Kutuplaşmalar başlıyor. Kutuplaşmalarla beraber iş fanatizm boyutuna da ulaşıyor.
Ben bu sürecin demokratikleşmeye doğru gidebileceğini düşünüyorum. En azından umut ediyorum.
Bugün ülkemizde bir çok sorun var. Alevi sorunundan tutun Kürt meselesine kadar, laikliğe, başörtüsüne kadar...
Bu sorunların aslına bakarsanız Türkiye Cumhuriyeti' nin kuruluşuyla gelmeyen kökleri çok daha eskilere dayanan meselelerdir.
Ve hala çözülememiştir. Bu çözümsüzlükte bu sorunlar karşısında taraflar yarattığı için taraflar arasında kutuplaşmalara yok açmaktadır.
Bu sorunlar bir tarafın ağır basarak üstün gelmesiyle çözülemez.
Dünyadaki gelişmelerden Türkiye' nin etkilenmemesi beklenemez. Dünya konjöktüründe yaşanan gelişmeler Türkiye' yi bu sorunlarına çözmeye doğru itmiştir. En azından son yıllarda böyle bir eğilim olduğu görülmektedir.Hatta son dönemlerde yaşananlar bu sorunlarda bir sona gelindiğini gösteriyor.
Ergenekon, balyoz davaları, askerin siyasetten uzaklaştırılması, Kürt sorunu vs. vs. eksikleri, yanlışları olsa da bu sorunlar tartışılmakta, çözümler için adımlar atılmaya çalışılmaktadır.
Bu gelişmelerin kilit taşı olan AKP muhafazakar yapısı itibariyle süreçte aktif olamamaktadır.
Tabi bu süreç içerisinde kutuplaşmanın en derini AKP ile CHP arasında oldu.
CHP hala ezberlerine dayanan, statükoyu koruyan bir yapıda görünmektedir. AKP ise CHP'ye nazaran muhafazakar yapısı ne kadar izin verirse o kadar değişim yanlısıdır.
Bu kutuplaşma birazda mevcut yapının değişmesini isteyenlerle, korunması isteyenler gibi sınırları muallakta kalan bir yapıya da dönüştü.
AKP ile CHP arasında yaşanan bu kutuplaşma bir taraftanda diğer küçük kutuplaşmaları da bu büyük kutuplaşmanın etrafında kutuplaştırdı.
Mesela kimi Aleviler CHP'ye kayarken kimileri de AKP' ye kaydı, kimi Kürtler kendi bağımsızlıklarıyla BDP' ye kayarken kimileri AKP' ye kaydı vs.
Fakat bu yaşanan gelişmeler kimi grupları fanatikleştirirken kimilerini bu tartışmaların dışında durarak topluma daha bütüncül bakabilmelerini sağladı.
İşte benim umudum da bu insanlarda....
Bu insanlar topluma bütüncül bakabilmenin yanı sıra farklı olanlarla bir arada yaşamanın yollarını da öğrenmektedirler.
Demokratik toplumun bu insanlarla oluşturulabileceği düşüncesindeyim.
Mesela en son yaşanan ucube tartışması ve ıslıklı protestolar az önce bahsettiğim fanatikleşmeye örnek gösterebileceğim iki örnektir.
AKP ve CHP arasındaki kutupların fanatikleştiği bir zeminde Türkiye belki de tarihinin önemli virajlarından birine yaklaşıyor.
Yukarıda dediğim gibi, bu aynı zamanda demokratik bir toplumun ve siyasetin demokratikleştilimesinin yolunu açmaktadır.
Hem sağda hem de solda olsun bu farklılıkları bir arada toplayabilen siyasi partiler var ve oluşmakta.
Önümüzdeki dönemlerde farklı düşüncelerdeki insanları bir araya toplayabilen partilerin yükselişe geçebileceğini düşünüyorum.
Tabi devletin baskısı azaldıkça bu tür partiler çoğalacaktır.
Türkiye' de yaşanan bu atmosfer bir taraftan derin kutuplaşmalara yol açarken diğer taraftan da demokratik bir zeminin sağlanmasına yol açmaktadır.
Şimdilik bunun belirtileri az olsa da beklediğim siyasi atmosfer böyledir...

(Evrensel)

Hatta...



Hani diyorlar ya koca koca adamlar "tüketim toplumundayız" diye...
Doğru!
Sürekli tüketiyoruz.
İlişkilerimizi bile...
Bu tüketilen ilişkiler zamanında, ayakta kalabilmenin bir yolu var (?)
"Bağ lan ma ya cak sın"
Hem de hiç kimseye hem de hiç bir şeye...
Hepsi "anlık"
Hepsi "geçici"
Kozmos'a baktığımızda biz de öyle değil miyiz zaten?
Şu an belki sevgilini düşünüyorsun...
Derinlere daldığın gözleri...
Islak dudakları...
Sıcacık sarılmaları...
Dikkat et! Hepsi yok olabilir!
Bu dediğim, aklının bir köşesinde kalsın.
Ne kadar inkar etsende "o" da ilişki tüketicisidir.
Senden öncesi olduğu gibi senden sonrası da olabilir.
Olur, demiyorum. Olabilir, diyorum.
Aklında bulunsun, diyorum.
Çok özel biri olabilir...
Ama,
Şunu unutma: "Kimsenin kaderi seninkine yazılı değildir."
Hayat, masallardaki gibi duygularla, romantik sarmaşmalarla açıklanamaz.
Hayat, karmaşıktır, yorucudur.
Defalarca başımıza gelse de, her seferinde yine gideriz. Sonunu bile bile...
Düşün!
Kimler gelip geçti hayatından?
Evvel zaman için Romeo vardı Juliet vardı.
Mecnun vardı Leyla vardı.
Evet, evvel zaman içindeydi...
İnsanları düşün!
Kıskançlıklarını düşün...
İhtiraslarını...
Neylüğü belirsiz tavırlarını...
Ezme manyaklıklarını...
Düşün!
Kime veya neye inanabilirsin bu dünyada?
Sanalda ve sokakta bir hezayandır almış başını gidiyor...
Ne koparırsam kardır, diyenlerden geçilmiyor...
Aşk, yerden yere vuruyor kendine aldananları...
Sonra ne oluyor?
Güzelim takma kafana! Yalnız yürü bu yolda!
Sabah kalktığında parkta yürü mesela :)
Gökyüzüyle konuş :)
Selam ver kuşa :)
Aç bir kitap oku :)
Sokakta gördüğün çocuğu sevindir :)
Ya da tek başına sinemaya git :)
Yalnız dolaş şehirde :)
Mesela çevre için bir şeyler yap :)
Bir gösteriye katıl.
Sisteme teslim olma.
Kimsenin vaatlerine kanma.
Biricik olduğunu sanma.
Arkadaşlarınla yalnızlığı hisset...
Arkadaşlarına da fazla bel bağlama.
Ansızın nahoş yorumlarda bulanabilirler..
Takılmasın gözlerin sarmaş dolaş sevgililere...
Boşluğa bırak kendini.

Kabul et.

Yalnızsın!

Hayatın anlamı yok gibi gelecek.
Yok yani.
İşin en pisi de bu "yok" gerçekten yok.
Güzel güzel kahvaltı edeceğin biri yok.
Sonrasında Türk kahvesi içeceğin biri yok.
Sigarayla akşamı edeceğin biri yok.
Akşam olacak...
Çat!
Artık gece uyumak yok.
Ya gidip içeceksin.
Ya TV karşısında falan sızacaksın.
Sabah olacak...
Çat!
Yatak keyfi yok.
Zaten yatakta keyif yapacak bir şey de yok.
Sabahın köründe oturup kargalarla bok yiyeceksin.
Yapacak bir şey yok.
Yalnızlıkla biraz seviş bakalım...
Saçmalama biraz.
Mal gibi ol mesela.
Öğren "küçük şeyleri"
Küçük şeylerden mutlu olmayı
Güneş doğacak,
Batacak,
Haberler saçmalayacak,
İş yerinde sıkıntılar devam edecek,
falan filan...
Göreceksin ki hepsi fasa fisoymuş...

Ben mi?
Ben sevmesini biliyorum. Sen öğrettin aşk'ı. Bedenler değişse de yine aşık olacağım.
Hatta... :)

(Evrensel)

"Onlar bildiğimiz, normal taraftar değil ki"


Sabah Gazetesi Köşe Yazarı Emre Aköz, 25 Ocak tarihli yazısında "laikçi" bir hanımla TT Arena' daki protestolar hakkında ettiği sohbetten bahsetmiş.
_______
Laikçi Hanım: "Ne güzel, değil mi? Her zaman birbirini yiyen taraftarlar, bu kez hep birlikte Tayyip'i protesto ediyor."

Aköz: "Onlar bildiğimiz, normal taraftar değil ki"

Laikçi Hanım: "Nasıl yani?"

Aköz: "Bir nevi solcu işte...Gerçek taraftarlar ise bunlara çok kızıyor: 'Takımımızın adını siyasetinize karıştırmayın' diyorlar."
________
Aköz, "laikçi hanıma" GERÇEKLERi açıklamanın verdiği hazla "Nasıl mort ettim kadını gördünüz mü ha haayt" şeklinde devam etmiş yazısına...

Protesto edenlerin normal taraftar olmadığını söyleyen Aköz, normal taraftarın ne olduğunu açıklayabilir mi? Bir de anormal olanı mı var?

Türkiye' nin en fazla taraftar grubuna sahip olan Galatasaray taraftarı anormal taraftar mı?

Yoksa Galasatasaray taraftarı solcu mu?

Yoksa Aköz, TT Arena' daki protestodan Ergenekon mu çıkarmak istiyor? Yarın yazarsa şaşırmam :)

Yoksa stadyumdaki akustik ses düzeninden dolayı o kadar kişi protesto etmedi de 30-40 kişilik "marjinal" grup mu protesto etti?

Eğer öyleyse Dünya Basketbol Şampiyonası’nda Ankara’da olan protestoda 30-40 kişilik marjinal grubun işi miydi?

Ya da Galatasaray, Beşiktaş, Fenerbahçe ve diğer kulüp taraftarlarının bir araya gelerek Taksim' deki yaptığı protesto yürüşü de mi 30 - 40 kişiden ibaret?

Ya da onlar da mı normal taraftar değil ?

(Evrensel)

Akılsız başın cezasını ayaklar çeker!


Midemiz...
Bir sıkıntısı olursa rahatsız olur tüm bedenimiz...
Günün birinde uzuvlarımız hep mideye çalışmaktan bıkmışlar ve isyan etmişler...
Her bir uzuv beymişçesine yaşamak istemiş...
Mide gibi hiç bir şey yapmamak istemişler...
"Biz olmasak o hiç! Hep biz didiniyoruz, terliyoruz eşek gibi, kimin için? Hep onun için. Nedir bunda bizim kazancımız?" demişler ve yan gelip yatmaya başlamışlar...
Eller tutmaz, kollar kıpırdamaz, bacaklar yürümez olmuş...
Aradan zaman geçmiş...
Artık yürek yeni kan yapamaz olmuş mesela...
Başlamışlar isyancı uzuvlar sızlanmaya...
Tükenmiş hepsinin feri...
Anlamışlar ki sonunda, o dalgacı, o tembel sandıkları mide her birinden daha çok yararlıymış meğer hepsinin ortak çıkarlarına...
Yaptıkları işin yanlışlığını anlayan uzuvlar mideye tekrar itaat etmeye başlamışlar...

La Fontaine' i bilirsiniz...
Bu fabl La Fontaine' in...

Vucudumuzun ya da uzuvlarımızın metafor olarak siyasette kullanılması çok eskilere dayanır.
Bir rivayete göre bu fabl'ın başka bir versiyonu La Fontaine kaleme almadan önce Roma' da Konsül olan Menenius tarafında M.Ö. 419 yılında Roma' ya isyan eden pleplere karşı anlatılmıştır. Menenius, Roma'ya isyan eden pleplere bu hikayeyi anlatarak pleplerin isyanını bastırdığı söylenir.

Yine bu dönemde baş, mide ve diğer uzuvlarımızın siyasal alanda yukarıdaki hikaye gibi metafor olarak kullanılması yaygındır.

Dönemin tıp bilgisine bakacak olursak mide önemliydi o tarihlerde. Midenin alınan besinleri kana çevirip tüm bedene gönderildiği düşünülüyordu. Midenin bedeni koordine eden işlevine dayanarak uzuvların mideye isyan etmeyip, itaat etmeleri gerektiğini düşünüyorlardı.

Hristiyanlıkla beraber midenin yerini baş almıştı...
Hristiyanlar ortaya çıktıklarında kendilerini modern olarak yansıtarak pagan kültüre ait ne varsa reddetmişlerdir. Tabi bu reddin içinden bedenimizin veya uzuvlarımızın siyasal alanda metafor olarak kullanılmasında da radikal anlamda değişikliğe gitmişler. Artık mide değil baş kullanılmaktaydı.
Başın sembolik anlamda kullanılmasıyla beraber baş Hristiyanlar arasında güçlü bir sembol haline dönüştü.
Hristiyanlığın kendi içindeki hiyerarşisi başı yükseklikle eş tuttu. Böylelikle İsa' nın ve onu temsil eden kralın baş olduğu ve tek beden tasviri olarak siyasal bir yapı ortaya çıktı.

Günümüze kadar bir çok düşünür bedenimizi devlet olarak görmüştür.Tabi zamanlada değişiklikler göstermiştir. Bu tasvirlerde; baş demek iktidar demek, kalp demek meclis demek, göz ve dil demek hakimler demek, mide demek parayla uğraşanlar (vergi toplayanlar) demek, eller ve ayaklar demek ise köylü ve işçiler demekti.

Toplumda hiyerarşik bir sistem yaratmak istiyorsanız bu hikayeleri anlatırsınız...

Egemenler size der ki: "Baş tarafından yönetilmeniz zorunludur."

Bugün bile böyle demiyorlar mı?

"Ayaklar baş olunca kıyamet kopar" diyen kim?

Başbakan'ımız değil mi?

Ayaklar ve eller olarak çıkıp ; "Akılsız başın cezasını ayaklar çeker!" demeliyiz!

(Evrensel)

Akılsız başın cezasını ayaklar çeker!


Midemiz...
Bir sıkıntısı olursa rahatsız olur tüm bedenimiz...
Günün birinde uzuvlarımız hep mideye çalışmaktan bıkmışlar ve isyan etmişler...
Her bir uzuv beymişçesine yaşamak istemiş...
Mide gibi hiç bir şey yapmamak istemişler...
"Biz olmasak o hiç! Hep biz didiniyoruz, terliyoruz eşek gibi, kimin için? Hep onun için. Nedir bunda bizim kazancımız?" demişler ve yan gelip yatmaya başlamışlar...
Eller tutmaz, kollar kıpırdamaz, bacaklar yürümez olmuş...
Aradan zaman geçmiş...
Artık yürek yeni kan yapamaz olmuş mesela...
Başlamışlar isyancı uzuvlar sızlanmaya...
Tükenmiş hepsinin feri...
Anlamışlar ki sonunda, o dalgacı, o tembel sandıkları mide her birinden daha çok yararlıymış meğer hepsinin ortak çıkarlarına...
Yaptıkları işin yanlışlığını anlayan uzuvlar mideye tekrar itaat etmeye başlamışlar...

La Fontaine' i bilirsiniz...
Bu fabl La Fontaine' in...

Vucudumuzun ya da uzuvlarımızın metafor olarak siyasette kullanılması çok eskilere dayanır.
Bir rivayete göre bu fabl'ın başka bir versiyonu La Fontaine kaleme almadan önce Roma' da Konsül olan Menenius tarafında M.Ö. 419 yılında Roma' ya isyan eden pleplere karşı anlatılmıştır. Menenius, Roma'ya isyan eden pleplere bu hikayeyi anlatarak pleplerin isyanını bastırdığı söylenir.

Yine bu dönemde baş, mide ve diğer uzuvlarımızın siyasal alanda yukarıdaki hikaye gibi metafor olarak kullanılması yaygındır.

Dönemin tıp bilgisine bakacak olursak mide önemliydi o tarihlerde. Midenin alınan besinleri kana çevirip tüm bedene gönderildiği düşünülüyordu. Midenin bedeni koordine eden işlevine dayanarak uzuvların mideye isyan etmeyip, itaat etmeleri gerektiğini düşünüyorlardı.

Hristiyanlıkla beraber midenin yerini baş almıştı...
Hristiyanlar ortaya çıktıklarında kendilerini modern olarak yansıtarak pagan kültüre ait ne varsa reddetmişlerdir. Tabi bu reddin içinden bedenimizin veya uzuvlarımızın siyasal alanda metafor olarak kullanılmasında da radikal anlamda değişikliğe gitmişler. Artık mide değil baş kullanılmaktaydı.
Başın sembolik anlamda kullanılmasıyla beraber baş Hristiyanlar arasında güçlü bir sembol haline dönüştü.
Hristiyanlığın kendi içindeki hiyerarşisi başı yükseklikle eş tuttu. Böylelikle İsa' nın ve onu temsil eden kralın baş olduğu ve tek beden tasviri olarak siyasal bir yapı ortaya çıktı.

Günümüze kadar bir çok düşünür bedenimizi devlet olarak görmüştür.Tabi zamanlada değişiklikler göstermiştir. Bu tasvirlerde; baş demek iktidar demek, kalp demek meclis demek, göz ve dil demek hakimler demek, mide demek parayla uğraşanlar (vergi toplayanlar) demek, eller ve ayaklar demek ise köylü ve işçiler demekti.

Toplumda hiyerarşik bir sistem yaratmak istiyorsanız bu hikayeleri anlatırsınız...

Egemenler size der ki: "Baş tarafından yönetilmeniz zorunludur."

Bugün bile böyle demiyorlar mı?

"Ayaklar baş olunca kıyamet kopar" diyen kim?

Başbakan'ımız değil mi?

Ayaklar ve eller olarak çıkıp ; "Akılsız başın cezasını ayaklar çeker!" demeliyiz!

(Evrensel)

Siyasette yeni bir dil

Seçime yaklaştığımız şu günlerde siyasi arenada uslüp ve seviye epey farklılaştı. AKP'nin uyguladığı neo-liberal politikalara karşı CHP basiretsiz kalmaktadır. Türkiye' de siyaset tıkanmıştır ve nefes alması gereklidir. Bunu açacak olanda sol politikalardır. Solun yenilenmesi, değiştirilmesi, rektife alınması vs.vs. Bunların hepsi çözüm için alternatif olabilir. Hani araba motorları 100 bin km üstüne çıkınca sanayiye götürüp rektifiye alırsınız ya (?) Araba ağır aksak da olsa yürütülür tekrardan... Ben böyle bir yenileşmeden bahsetmiyorum! Motur değişmeli hatta mümkünse araba tamamen değişmeli.
Bugün Türkiye' ye dünya konjektüründeki sol anlayış içerisinde baktığımızda CHP' nin sol algısı içerisinde olmadığı açıktır. Zaten 12 Eylül sonrası CHP' nin zafer kazandığı bölgelerde ihale yoluyla sol kimliği piyasalaştırarak sol'a ciddi bir darbe vurduğu açıktır.
Bugünkü CHP' de bunun farkında ve yenilenme çabasıyla hareket etmeye çalışsada siyasetin nefes alması için daha fazlasının yapılması gerekmektedir.
Piyasa ekonomisi yerine kolektivist tavır takınılması gerekmektedir!
Peki, sosyal demokrasi, özgürlükçü sosyalizm dediğimiz zaman beklentilerimiz ne olmalıdır? Kitlesel bir sol mu yoksa özgürlükçü bir sol mu? Seçmen algısı CHP' yi kitle sol olarak görmektedir aslında CHP, AKP'ye alternatif değildir. Çünkü alternatif olabilmesi için AKP'den farklı bir bakış açısına sahip olması gerekmektedir. Kendisinden olmayana baskı uygulamayan, yasaklamayan bir zihniyetin ürünü olması gerekmektedir.
Kimi sol algısı içerisinde olan partilerse eski sol anlayışını günümüz koşullarına uyarlamak gibi yanlış bir algının içerisini giriyorlar.
"Bize oy verin. İktidar olalım. İktidara gelince biz çözeriz." anlayışına takılıp kalındığında, reel politikanın çıkmazına girmişiz demektir. Çünkü, bence, özgürlükçü bir sol anlayışında çözümlere yönelik vaatler bulunmayacaktır; buna alternatif olarak "sorunlarımızı tespit edip, sorular sorup, çözümlerini de 'beraber' vermemiz gerekir" çözümler için biz kaygısını taşımayan hiç bir parti aktif olarak sorunlara yönelik somut adımlar atamaz.
Marx' ın da dediği gibi "artık sadece dünyadaki gelişmeleri yorumlamak yetmiyor, bunu değiştirmemiz lazım" şeklindeki devrim algısını ön plana çıkarmamız gerekmektedir.
Bugünkü siyasi partilerin vaatlerine baktığınızda sanırsınız ki "cennet" vaat ediyorlar... Cennet vaatlerine karşılık bizi cinnet haline sokan cehennem gezegenindeki en haklı karşı duruşlardan birisi olduğumuzu yeterince haykırmalıyız.
Felsefi olarak anarşizm çıkmızına girmeden, bu anlayıştaki özgürlükçülük ise; "yasaklamayı yasaklamak" zemininde dile getirilirse başarılı olabilir. Yasaklamak yerine, yasağı ilişkin kavramların geçersizleştileceği bir dünya algısına sahip olmak gerekir.
Kapitalizm, isminin konulduğu dönemde mekanik bir yapıydaydı.Bugün artık dijital kapitalizm hakim ve bunun karşısında, bilişim devriminin getirilerinden yola çıkarak devrimci paradigmanın özlerini sergilemeliyiz.
Yeni bir vurgu, yeni bir söylem...
Mesela, sosyalizmin geçersizleşen vurgularını yeni bir dille ortaya koymak gerekir. Devletçi sosyalizm, anlayışından kurtulabilmek gerekir. Çünkü devleti söylediğimiz yerde ister istemez millet söylemi de dile getiriliyor ve siyasi araneda ulusal solcular at koşturmuş oluyor.
Bu anlayış dünyayı, dünyadaki siyasi gelişmeleri yetirince tanımamaktan, eskiye bağlanmaktan kaynaklanmaktadır. Bugün ulus-devlet modelleri tarihe karışmaktadır. Biz bu algıdan sıyıralamayacağımız sürece siyasetimiz de nefes almaz, gelişmemiz de beklenemez.

(Evrensel)

Canın sağ olsun Başbakan

Okuyacaklarınız "lan" veya "ulan" ekseriyetindedir...
-Mesela "Ah ulan ah" denildiğinde burada bir hakaret yoktur, olsa olsa samimi bir sitem ya da pişmanlık vardır.
Ya da
-Sen beni eleştirdin diyelim, ben de sana "ne diyon lan sen!" diye cevap verirsem, Yargıtay içtahatlarına göre okura hakaretten suç işlemiş sayılıyormuşum.
Vallahi billahi durum böyle...
Lan'lı geçen kelimelerimiz argoda kızgınlığımızı ifade etse de lastik gibidir aslında...
-"Ulan ne salak adamsın!" denilince, karşındakini aslında adam yerine koymayıp küçümsersin.
-"Ulaaaaan" diyerek kelimenin lastiğini sündürünce hayretini dile getiren tepkini yansıtırsın.
-"Ne iki dili lan!" derlerse siyasi ideolojilerinin faşizm olduklarını ispatlarlar.
-"Hadi lan ordan!" dersen belli ki bir şeylere kızmışsın demektir.
"-Stadı ben yaptırdım ulan!" diyen olursa "bana itaat edin" cazgırlık yapmayın anlamındadır.
-"Bulan lan o ıslıkçıları!" dersen eleştiriye tahammülün olmadığını gösterirsin.
-"Kimmiş ulan o sayın Başbakan'ımızı ıslıklayanlar!" diyerek işi gücü bırakırıp vuvuzelacıları bulmaya çalışırsan kraldan çok kralcılık yapmış olursun.
-"Tıksırmayın ulan!" demek aslında; Allah sizin belanızı versin, demektir.
-"Bu ne biçim heykel ulan!" demekle kalmayıp bunun üstüne bir de "ucube" dersen, "oooooo" derler adama
-Milletin efendisine (çiftçiye) " Ulan terbisizlik yapma!" dersen, çiftçi de şöyle geçirir içinden "Hay.."
Başbakan; çiftçinin "iki senedir anamız ağlıyor" şeklindeki feryadına karşılık, önce "Hadi ananı..." demiş ve biraz durarak ardından "al da git" diyerek cümlesini bitirmiştir. Herkes bu duraksamayla ne kastedildiğini anlamıştır sanırım.
301. madde oldukça bizim söyleyebileceğimiz şey de en fazla; "Canın sağ olsun Başbakan" oluyor.

(Evrensel)

Gomünistleri yok ettin Allahcıları yarattın !



Soğuk savaşın hakim olduğu yıllarda dünyada birbirine zıt kutupta olan ABD'nin yeşil kuşak' ı ve Rusya' nın sosyalizm dalgası hakimdi...
O günlerde Türkiye' de Rusya'yla beraber sosyalizm akımı güçlendi.
Meydanlar, halk kitleleri "emek"ten bahsediyorlardı.
Tabi egemenler hemen önlemini aldılar!
Hatta öyle ki Türkiye' de 3 bin komünist varken, 30 bin komünizmle mücadele dernekleri kuruldu.
Vakıflarla, derneklerle anti-komünist propaganda yapıldı.
Tabi ki bunun öncüleri cemaatlerdi...
AKP' de dahil olmak üzere o günden bu yana iktidara gelen hükümetler anti-komünist anlayışın içerisindedirler. Fiiliyatlarını bu perspektifte yaptılar. Eğitimlerini bu açıyla aldılar.
Türkiye ilk kurulduğu sıralarda da Rusya' da gelişen Bolşevik hareketlerinden çekinmiştir. Tabi bu çekinmenin altında tarihte Ruslarla yaptığımız mücadelelerin de etkisi olmuştur. Her ne kadar Ruslar Kurtuluş Mücadelesi'nde bizlere yardım etse de bu yardımlar iki ülke arasındaki tarihsel gerilimi yumuşatmaya yetmemiştir.
Türkiye' de sosyalist hareketlerin sönmesinde ABD' nin payı büyüktür.
Ortaya çıkardığı müslüman ve milliyetçi oluşumlar sosyalist dalgasını kırmaya yetmiştir. Çünkü kapitalizm sömürmek istediği ülkelerde ya dine dayalı kitleler ya da milliyetçi kitleler görmek istemektedir.
Komünizme karşı aldığı önlemler Türkiye' de müslüman kimliğini ön plana çıkarmaya yönelikti. ABD, Türkiye için halkı müslüman olan bir kitle yaratmak istiyordu.
Çalışmalarını bu yönde aldı.
Başarılı da oldu.
12 Eylül' le bu projesini rahatlıkla harekete geçirdi.
İmam hatipler açıldı, dini tebaa yaratıldı, cemaatleşme oluşturuldu...
Bunların yanı sıra toplum üzerinde egemen olan YÖK gibi baskıcı kurumlarda aktif oldu...
Amaç sosyalist kitlenin karşısına müslüman ve milliyetçi kişileri koymak...
Bugün; Diyanet, bakanlık olmadığı halde bir çok bakanlıktan fazla bütçe alıyorsa, ülkede yüzbinlerce camii varsa, binlerce islami vakıflar ve yurtlar varsa sebebini uzaklarda aramamak gerekir.
Türkiye' de bugün komünizm bitti denebilir, en azından o dönemdeki halk kitleleri artık yok. Fakat hala anti-komünizm üzerine projeler ve siyasi yapılanmalar görülmektedir.
Dönemin solcularına karşı Atatürkçülük yaptığını zanneden Kenan Evren ve arkadaşları aslında belkide beklemedikleri bir sonla karşılaştılar.
"Siyasallaşmış İslam"

(Evrensel)

AKP' ye gönderdiğim ileti

12 Eylül 1980 darbesiyle gelen Anayasa'ya karşı olanların YÖK' e karşı tavır takınmaması bu kişilerin kendi içinde tutarlı olmaması anlamanı gelmektedir. Çünkü YÖK dediğimiz kurum 12 Eylül' le beraber gelen ve üniversitelerin özgürlüğünü engelleyerek üniversiteler üzerinde baskı unsuru haline gelen yapıdır. YÖK' ün kuruluşuna baktığımızda üniversite öğrencilerini anarşist, komünist, terörist görmekle beraber üniversiteleri de bu unsurları besleyen yuvalar olarak görerek bu zihniyet içerisinde kurulmuş ve günümüzde varlığını devam ettirmektedir. 12 Eylül'le gelen Anayasa'nın zihnine ve felsefesine müdahale etmeden, onun baskıcı ve otoriter olan zeminen karşı olmadan demokratik anlamda bir zemin oluşturulamayacağı gibi özgürlükleri savunan bir anayasa hazırlanamazsa, YÖK' ün bu perspektifi de değiştirilemeden özgürlükleri savunan ve kendi iç dinamiğiyle gelişen bir üniversite anlayışı da beklenemez.Çünkü YÖK, kurulduğu günden beri başa gelen iktidarların üniversiteler üzerindeki denetimini sürdürmüştür. AKP' de bugün YÖK üzerinde baskısını kurup, kurumu denetim altına aldıktan sonra YÖK' ü kendi çıkarları için kullanmıştır. AKP' nin YÖK'ü kaldırmamasının sebebide budur!
Kendisinden olmayanı, kendisi gibi düşünmeyeni "ötekileştirmekle" kalmayıp coplayan, gazlayan, fişleyen bir AKP var karşımızda.
AKP ötekileştirdiği ünversiteliler için "Marjinal", "Rol yapıyorlar" gibi absürd açıklamalarda bulunuyor. Peki! Diyelim ki rol yaparak kendilerini yere atıyorlar... Yere düşen gencin tepesinde üniversiteliye orantısız abanan polisleri nasıl açıklıyorlar?Polisler rol yaparak düşen gençlere iyi niyetler yaklaşarak neden elinden tutmuyor?
AKP yukarıda anlattığım sebeblerden dolayı YÖK' ü topyekün kaldırmak yerine düzenlemek istiyor. İyide bu kurumun neresinden tutacaksın ve nasıl düzenleyeceksin?
AKP' nin yaptığı bence gayet net! Bir taraftan üniversileri özellikle YÖK kanalıyla kendi kışlasına çevirirken diğer taraftanda üniversiteler ve öğrencilere meta haline dönüştürerek piyasa malı haline getirmekle beraberer üniversiteleri adeta şirkete çevirmektedir. Özgürlüğün simgesi, düşüncelerin ve bilimin ocakları olması gereken üniversitelere baktığımızda sivil polislerden tutunda özel güvenliğe kadar tuhaf uygulamalar kadar örnekler görmekteyiz. Üniversitelerin bu hale dönmesinde AKP sebep olmakla beraber YÖK' te AKP' nin bu anlayışna destek olmaktadır. Baskının ve şiddetin altında bilim yaptırma anlayışı AKP' nin bakış açısını yansıtmaktadır.
Bu zihniyet öğrencileri müşteri olarak görmekte, üniversiteleri ise ticari bir kurum olarak görmektedir. Üniversiteler kendi içerisinde hizmet alanında özelleştirilmiştir. Uluslar arası şirketlerde bunda en önemli pay sahibidir. Aldığınız kararlar bu yapıyla çelişmemektedir.Bu anlayışla kendi iç dinamiğiyle gelişen, akademik anlamda özgürlüğe sahip üniversitelere nasıl ulaşmayı planlıyorsunuz?
Takip ettiğim kadarıyla grubunuzun konuyla ilgili yaptığı açıklamalar, rakamlar üzerinde çeşitli hesaplamalarlarınızla eğitime ayırdığını bütçe üzerinedir.Eğitimin temel sorunları üzerine somut anlamda adımlar atmamaktasınız. Açıkladığınız verilerden bütçeden yükseköğrenime ayırdığın pay milli gelirimizin binde 1' ine bile karşılık gelmemektedir. Bu pay, yükseköğrenime verdiğiniz önemi göstermektedir. Bildiğiniz gibi OECD ülkeleri arasındaki sıralamalarda ülkemiz vasat durumdadır. 2002'den bu yana AKP hükümeti olarak, attığınız adımlarla üniversitelerimizi kar getiren kurum olarak görmektesiniz. Eğitime ayırdığını bütçe bunu yansıtmaktadır. Yaz okulları, ikinci öğretim modelleri, uzaktan eğitim, yaşam boyu eğitim gibi oluşumlarla bu yapınızı sürdürmektesiniz. Öğretmenlik formasyon eğitimini de üniversite bünyelerinde açtığınız paralı sertifika programlarıyla adeta pazarlamaktasınız. Bunun yanında eğitimin temel sorunları olan beslenme, barınma, ulaşım gibi belli hizmetleri taşeron firmalara yıkmaktasınız. Böylece üniversitelerdeki her şeyi alınıp satılan bir meta halinde dönüştürmektesiniz. Sadece Türkiye' de değil dünyanın bir çok ülkesinde öğrencilerin tepkisi üniversitelerin bu hale dönüştürülmesinedir.
Devlet eliyle yeterli kaynağı bulamayan üniversilerimiz, bilimselliği ön plana almak yerine piyasalaşara şirketleşmeye doğru gitmektedir. Bu anlayış nereye kadar devam edecek? Hal böyle olunca siz öğrenci olsanız bu yapıyı alkışlar mısınız? Sorunları dile getirmek isteyen öğrencilere karşı yapılan reaksiyonlar bellidir. Gazla, copla, susturmayla, uzaklaştırmayla bu sorunlar çözülebilir mi?
Akademik anlamda alınan eğitim sonrasında öngörülen iş güvencesi önemlidir. Akademik özgürlüklerin bu beklentinin karşılanması gerekmektedir. AKP' nin ve YÖK' ün böyle bir kaygılar içerisinde bulunmadığını çıkardığı yasa ve yönetmeliklerle görmekteyim. Bu sorunları göz ardı ederek nasıl olurda YÖK' ün değiştireceksiniz?
Üniversiteler kendi bünyesinde, kendi iç dinamikleriyle hareket ederek, çalışanları, öğrencileri ve öğretmenlerinin aldıkları ortak kararlar sonucunda idari yapısını sağlamalıdır. Bu anlayış demokratik bir bakış açısını yansıtmaktadır. YÖK' ün en önemli çıkmazıda bu anlayışa izin vermemesinden kaynaklanmaktadır.
27 Ocak'ta Başbakan zaten ÖTK Başkanları'yla buluşarak öğrencilerin temel sorunlarını dinleyecektir. Eğitimin sorunları saymakla bitmez! Fakat, YÖK denilen kurum baskıcı yapısını koruduğu müddetçe bu sorunların aşılması beklenemez. Yıllar içerisinde buna bir de üniversitelerin ticarileşmesi gelmiştir. Üniversite bünyesinde bütün örgütlenmelerin demokratik bir zeminde sağlanması gerekmektedir. YÖK'le bu iş olmaz!

(Evrensel)

Peki Adalet?



Napolyon sürgüne gitmiş...
Paris'ten haber almak için sık sık adamlarıyla görüşürmüş.
-Maliye nasıl?
Kötü
-Savunma?
Kötü
Peki adalet?
Ehh işte idare eder.
Diyaloglar uzun bir süre böyle devam etmiş...
Gelen elçiler bir zaman sonra Adalet'in de bozulduğunu söylemişler...
Napolyon: "Adalet olmazsa olmazdır! Diğer kurumların bozukluğu zamanla düzelebilir ama Adalet bozulduğunda durum 'vahim' demektir"

Hikaye doğru mu bilemem fakat verilen mesaj bence doğrudur. Gerçektende "Adalet, olmazsa olmazdır!"
Ekmek kadar, su kadar, hava kadar zorunluluktur.
Malum ülkemiz karışıklığı bol olan bir ülke...
Kendine yabancılaşan ve sistemin karmaşıklığında mücade eden bireylerimiz var.
Tarihin her döneminde olduğu gibi bugünde, Türkiye'de hatta dünyada adalet sisteminin tekerine çomak sokan, sokmak isteyen kişi veya kurumlar var.
Böyle bir anlayıştada bir çok defa siyaset ve hukuk karşı karşıya geliyor.
Kendilerince çözümleri de var bu çomak sokucların.
Hukuk değişip, siyayesete uyarlansın.
Kendilerince haklılar.
Çünkü; hukuk kural, siyaset filiyat demek.
Hukuk' u siyasi mekanizmaya dahil ederek duruma göre hareket etmek istiyorlar.
Kendi çıkarlarını hukuki zemine oturtmak istiyorlar.
Bugün adalet organları birbirine düşürülüyorsa, adaletin içi boşaltılıyorsa bunun temel nedeni budur!

(Evrensel)

Benim Jaguar'ım var yeeağ




Açlık sınırının 926 lira olduğu bir ülkede verdiğin 240 liralık bursla bırakın yaşamayı ölmemeyi nasıl sağlarsınız?

Neden pırlatada %0 faiz varken, eğitimde %8 faiz, kantinden yediğimiz tostta %18 faiz var?

2 milyon üniversite öğrencisinin sadece %10' unu devket yurtları karşılayabiliyor.Öğrenciler evlerde, özel yurtlarda kalmak zorunda kalıyor bu nasıl sosyal devlet?

Her yıl 350 bin konut yapabilen, stadlar açabilen TOKİ neden yurt yapmıyor? Bu ülkenin stadyuma ihtiyacı var da yurda ihtiyacı yok mu?

Hadi alt yapı hizmetlerini tamamlamadan tabela üniversiteleri açtın... Peki açtıktan sonra iş bitiyor mu da öğrencinin sorunlarıyla ilgilenmiyorsun?

Her il'e üniversite, diye meydanlarda bağırmasını biliyorsun da "diplomalı işsizler"den neden bahsetmiyorsunuz?

AB standartlarında alkol düzenlemesi yapmasını biliyorsun... Bak AB'ye öğrencilerini himayesine alıyor, har(a)ç diye bir şey yok, ciddi bursları var... Al sana AB standartları! Ne oldi? Rengin soldi?

Eğitimde fırsat eşitliği varmış... Sen bas paranı sertifaka programlarına katıl, dershanelere git sonra da eğitimde fırsat eşitliği olsun. Paran varsa mı eşit oluyorsun?

Bir bakıyoruz "yerli otomobil" istiyorsun bir bakıyoruz ARGE'ye ayırdığınız pay Diyanet' in yarısı! Teknoloji, otomobili dinden mi çıkaracan yoksa bilimden mi?

Onlarca işsiz mezun oluşuyor. Mesela adam makine mühendisi gidip kahve makinesi pazarlıyor. Bu nasıl açıklıyacaksınız?

Rektörlük seçimleri yapıyorsun. En çok oy alan rektör bile seçilmiyor. Kafana göre atıyorsunuz? Ee o zaman seçim ne işe yarıyor? Kalkıp bir de üniversiteler siyasallaşmasın diyorsunuz, siz alasını yapıyorsunuz...

Referandumda neden gençlerin %80' i "hayır" dedi ? Hiç düşündünüz mü?

Öğrencilerin ulaşım sorunlarını çözmek için belediyelerle uzlaşmak zor mu ki konuşma gereği bile duymuyorsunuz?

Hani siz diyorsunuz ya "gençler cahildir" falan diye... Öyle olalım! Hata yapalım! Biz yapabiliriz ama siz nasıl yaparsınız?

Kimileriniz "öğrenciler tepkilerini şiddetle ortaya koymasın" diyorsunuz... Yumurta mıdır şiddet? Yoksa otobüslerle protesto alanına gelmeden polisin müdahale etmesi mi?

Siz mecliste birbirnize girdiğinizde basalım tazyikli suyu, biber gazını, polis copunu sizlere ne dersiniz ?

Kendi özlüğü demokrayik yollarla ifade eden öğrenciye orantılı, orantısız polis abanmasını nasıl açıklıyorsunuz ?

Yumurtalı protestolar olmasaydı öğrencilerin sorunları dinleyecek miydiniz?

2005' te kurulan ÖTK'lar ne hikmetse yumurtalı protestolardan sonra çağırıldı, sorunları dinlendi. 5-6 Yıldır neredeydi aklınız?

ÖTK başkanları da bir acayip. İsteklerini söylediler. Sonra da minnet duygusu içinde "teşekkür ediyorlar" Arkadaşlar! YÖK' ün görevi zaten o neye teşekkür ediyorsunuz? İşini yapacak diye mi?

Sen bütün yaz boyunca yat okullar açılınca güçlendirme projeleri diye çık ortaya. Öğrencileri mağdur etmeye ne hakkın var?

Yurtların 8'er kişilik olmasını, kantinlerin rezaletini, rutubetli odaları geçtim KYK neden Başbakanlık'a bağlı?

Öyle bir yönetmelik hazırlamışsınız ki, müthiş! Mesela "Derslerden toplu şekilde çıkmak suç." Bu ne yahu? Bir hocanın dersine, kendisine, eğitim kalitesine yönelik eleştiri hakkımız protesto yoluyla gösteremeyecek miyiz?

Allasen söyle her il'e üniversite açtın bunları akademik kaygı için mi yoksa siyasi olarak mı açtın?

Akademik kaygı için açtıysan hemen çöz şu sorunları! Mesela ilk olarak harçları kaldırabilirsin. Bu marjinal istek falan değil gayet yapabilirsin.

Ortalıkta binlerce işsiz mezun varken istisnasız tüm bölümlerin öğrenci kontenjanları %20 artırmayı nasıl açıklıyorsun?

İnsanlar artık illerine sanayi istemiyor üniversite istiyor. 12 ay okuldayız, yaz okula da dahil. Sıcak parayız insanların gözünden, senin gözünde. Bizi meta aracı haline dönüştür sonra da ücretsiz eğitimden bahset ?

Cumhurbaşkanı topu YÖK' e atıyor... İyi de bu sorunları çözecek olan YÖK değil hükümet.

YÖK, başkanı ÖTK başkanlarını ayağına çağırana kadar neden üniversitelere gidip sorunlarla birebir ilgilenmiyor?

Son olarak Gençlik ve Spor Bakanlığı ne işe yarar?

(Evrensel)

Behzat Ç.


Malum bugünlerde gündemimizde "Muhteşem Yüzyıl" dizisine muhteşem tepkiler var...
-Harem düşkünü Kanuni
-Kanuni alkol almaz
-Ecdadımıza hakaret var
...falan filan...
Sanırım bu tepkiyi koyan insanlar Kanuni' yi hükümdar olduğu süre boyunca yemeyip, içmeyip sürekli at üstünde kılıç sallayan biri sanıyorlar!
Ee böyle sanmaları da normaldir. Tarihini dizilerden öğrenenlerden ne bekliyoruz ki?

Bir dizi daha var...
Adı "Behzat Ç."
Dizideki polisimiz, sırtını verili hukuk uygulamalarına dayamış, insanlara faşizan davranışlarda bulunan bir karakter.
Tıpkı her fırsatta gösterici ve öğrenci döven, TEKEL işçilerini gazlamakla yetinmeyip bir de coplayan, Ankara soğuğunda ODTÜ’lü gençlere tazyikli su sıkan polisler gibi...
Şimdiiiii
Niye bir Allah' ın kulu çıkıp da "Kardeşim bu dizideki polis karakteri insani değildir!" demiyor ?
Ya da polisin biri çıkıp "Polisler böyle değildir. Bu dizi polisleri yanlış yansıtıyor." demiyor?
Yoksa polislerin bu faşizan uygulamalarını kabul ettiniz de gıkınız mı çıkmıyor?
İşinize mi gelmiyor?
Muhteşem Yüzyıl' a gösterdiğiniz tepkinin binde birini neden bu diziye göstermediniz?

İktidar çevreye mi duyarlı yoksa?


Solcuların yıllardır söylediğini bugün AKP kısmen de olsa yaptı.
Ders kitapları artık ücretsiz dağtılıyor.
...Güzel...

Fakat birkaç problem var!
-Ders kitaplarında "ödünç" sistemi yok!
-Ders kitapları tekrar toplanarak geri dönüşüm olarak kullanılmıyor!
Peki bunun maliyetine her yıl ne kadar?
400 milyon TL
Peki bu rakam neye karşılık geliyor?
AKP Hatay milletvekili Prof. Dr. Mustafa Öztürk' ün hesabına göre;
-1 milyon 275 bin yetişmiş çam ağacı demek
-307 milyon kwh elektrik enerjisine demek
-29 milyon ton suyun boşa harcanması demek

Eee yani?
Ücretsiz kitap dağıtması iyi bir şey. Fakat ödünç sistemini uygulamaması veya geri dönüşüm için kitapları toplamaması rezillik.

Peki bunu AKP bilmiyor mu? Bilip de neden düzenlemiyor?

Biliyor tabi. Niye değiştirmediğini hemen açıklayım; Ders Kitapları ve Eğitim Araçları Yönetmeliği 2004' te değiştirildi. Buna göre, ancak belli teminatları yerine getirmiş ve matbaası olan yayınevleri ders kitabı hazırlayabilecek ve devlet, kitapları sadece onlardan satın alacaktı.
Kısacası tek alıcısı devlet olan 400 milyon TL’lik pazar birkaç yayınevine açılıyordu.

Zamanın Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, nüfusun en yoksul kesiminin yüzde altılık bölümü için harcasın diye Sosyal Dayanışma ve Yardımlaşma Vakfına verilmiş olan paraları Başbakanın talimatı ile MEB'e transfer edip çok sevdiği özel yayınevlerinin kitaplarını değerinin iki katına satın almıştı. Onun o gün kurduğu düzen şimdi de aynı şekilde devam ediyor.
Bugün MEB hangi yayınevlerinde o kitapları bastırıyor, o yayınevleri sahipleri kimlerin yakini bir zahmet araştırın...

Siz çocuk olsanız her yıl 160 milyon ders kitabını çöpe attıran bu zihniyetin tasarruflu olmasına, çevreye duyarlı olmasına inanır mısınız?

Handyside

Avrupa insan hakları mahkemesinin aralık 1976 tarihli Handyside davasında aldığı karar:

"Düşünceyi açıklama özgürlüğü sadece hoşa giden veya zararsız ya da tepki yaratmaz sayılan haber veya fikirler için değil fakat devlete veya halkın bir kısmına ters düşen, şoke eden ya da üzüntüye sevk edenler için de geçerlidir. Ço...ğulculuk, hoşgörü ve yeniliğe kucak açma bunu gerektirir ve bunlar olmadan demokratik toplum olmaz."

Türkiye Cumhuriyeti'nin tüm devlet kurumları ve siyasileri (Anayasa'nın 90. maddesi uyarınca) bu karara saygılı davranmakla yükümlüdür.

Türkiye bu günlerde "ileri demokrasi"ye geçmek istiyorsa, bu karar bizim yol göstericimiz olmalıdır.

Sevgili sermaye!



Sevgili sermaye, değerli sermaye sahipleri ve sermayenin kölesi olanlar...
Biliyorum!
Ülkemi en ucuza nasıl kapatırım hesabındasın...
Biz yaşamak için mücadele ederken, sen babanın evi dolaşıyorsun ülkemde...
Yeri geliyor "şak" diye kıyılarımızı alabiliyorsun... Gemilerini de...
Tabiki dağlarımızı, taşlarımızı, tepelerimizi, ormanlarımızı, nehirlerimizi...
Hayatlarımızda alınıp satılmayan hiç bir nesne bırakmıyorsun.
Geride, benim bu yazım... Grevler... Boykotlar... İsyanlar.... Neredeyse çöl haline gelen Anadolu toprakları... Zehirlenmiş sular...
Nasıl göz yumursun bunlara ?
Nasıl kabul edebiliyorsun?
Doğayı ve insanı nasıl katledebiliyorsun?
Nasıl olurda insanlara; beyinsiz, basit, boş, kızgın, küskün, şımarık yönetici getirebiliyorsun?
Bazen,
Suratı mahkeme duvarına dönmüş "sosyal demokrat" diye isimlendirilenlerden...
Bazen,
Allahcı mı yoksa kulcu mu olduğu belli olmayan muhafazakarlardan....
Bazen,
Katliamcı faşist kırk haramilerden...
İnsanları kandırmak ne kadar basit değil mi ?
Düzenini bozmamak kaç para?
Peki, bozmak kaç can?
Sen ve senin düzen koruyucuların sadece sayı ve hesapsınız.
Düşünceyi ve ahlakı bilmezsin! Bilemezsin!
Yaraları dolar yapıştırarak tedavi edersiniz.
Başbakan'ın ilerliyor, çağ atlıyor, ticaret hacmini artırıyor, satacak yeni yerler arıyor...
Sahilleri mahvedip yerini betonlarla yeşerttin. Ama boş boş! Sen ölü emeksin, geçmişte sömürdüğün canlı emeğin cansız halisin...
Kimse artık nerede olduğunu, kime çalıştığını bilmiyor.
Ama sömürmeye devam ediyorsun.
Her zamanki gibi...
Gez dolaş ülkeyi,sokakları...
Sor birine "nasılsın" diye...
Dert küpü değilse namerdim.
Çözümsüz, çaresiz, tepedekilere ümit bağlayan, kızgın bir toplum...
Her an patlamaya hazır! Şimdilik yanindakine patlıyor...
İstersen Anadolu kaplanı ol! Gücünü şiddete, baskıya ve sömürüye borçlusun.
İnsanlar can verirken sen gününe güç kattın... Bunu biliyoruz! Bunu unutmadık!
Yok etmeye çalıştığın geçmişimiz, ansızın patlayacaktır!
Bak mesela Tunus diye bir ülke vardı, 23 yıldır patlamayan...
Ne oldu?

(Evrensel)

Ailenizin imamı kapınızdaaaa!


Ne acayip bir zamandayız...

Her gün yeni bir denyoluk, farklı bir gerzeklik...
Sanki bir gerzek var tepemiz o yönetiyor bizleri gizliden...
Gerzek kelimesi de "cuk" oturdu he :) Geri ve zekalı sözcüklerinin muhteşem uyumu. Gerzek.

Bir yanda heykel şovlar, bir yanda alkol muhabbetleri, Türk Telekom Arena, Muhteşem Yüzyıl vs. haber sitelerinde cirit atarken "Aile İmamlığı" diye bir haber gördüm...

Laik ülkemizdeki Diyanet İşleri Başkanlığı'mız düşünmüş düşünmüş "Aile İmamlığı" diye proje çizittirmiş. Akıllarınca din olgusunu camilerle sınırlandırmamak, topluma yaymak, toplumsal sorunları çözmede imamları görevlendirme niyetindeler.

Bir gece ansızın mahallenizin imamı kapınızı çalarsa "noluyo lan?" deyip şaşırmayın. Eşeği suya götürün, oraya bağlayın, sopanızı kapın, sopanın üzerine de "Aile sopası" yazıp, Allah yarattı demeyin.

Kendilerince mantıklı bu çizittirenler. Kendi iç dünyalarında yaptıkları meşru. Çünkü; din, sadece Tanrı ile insan arasında değil! Dinin yapısı, yaptırımları toplumsal bir olgudur.

Ceza hukukunuzdan medeni hukunuza kadar işleyen, dükkanınızı kaçta açıp kapatacağınıza, hangi ürünleri satacağınıza "etek boyundan bahsetmiyorum bile" saçınızı başınızı kapatmanıza bile karışır. bu "din" denilen şey.

Din maddi ve manevi dünyayı düzenleyen kaideler getirdiği için "Allah ile kul" arasındadır diyemeyiz.

Bu kaideler kanunlaştırıldığı zaman adı "şeriat" olur.
Şeriat; yol, metod, ilahi emirlerin toplamı anlamındadır.

Merak etmeyin konuyu "Türkiye'ye şeriat geliyor mu?" tartışmasına döndürmeyeceğim. Tabi ki maide 38 (Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah'dan bir ceza olarak ellerini kesin. Allah daima üstündür, hikmet sahibidir.) Türkiye'de uygulanamaz.
Türkiye rejiminin adı "şeriat" olmaz!
Olmasına da gerek yok zaten...
Konuyla ilgili Melih Pekdemir' in güzel bir saptaması var ; "Şeriat denilen şey, her neyse, "Selamün aleyküm ben geldim" diyerek gelmeyecek, burası belli. Eğitim, adalet, sağlık hizmetleri vb. toplumsal hayatın en önemli unsurlarını İslami esaslara göre düzenleyince, zaten "şeriatı getirdik" demelerine de gerek yok... Ya da şeriatın "gelmesine" de gerek yok... Bu düzenlemelerin gelmesi zaten yeterli..."

Hırsızlık yapanın elini ayağını kesemeyecekse ne yapacak bu aile imamlarımız?
Nasıl çözecek sorunlarımızı ?
Toplumsal konulara nasıl yaklaşacaklar?
Kapımıza dayanınca ne diyecekler ?

"İşsizim" diyen vatandaşlara, "Merak etme fani, Allah herkesin rızkını verir. Sakın ola ki Allah' a isyan etme, sınav dünyasındayız. Biraz sabır..." diyerek biat kültürünü mü empoze edecekler?

"Ücretsiz eğitim" istemiyle 16 yıl yargılanan öğrencilerin yumurtalı protestolarına "Yumurta, Allah-u teala' nın bize sunduğu nimettir. Atarsanız günaha girersiniz. Protein kaynağını atacağınıza yiyin, Allah yolunda hayırlı işler yapın" mı diyecekler?

Her şeyin en iyisini bilen Başbakan' ın aslında günah olan heykelleri yasaklayıp, "ucube bunlar tiz elden yıkın" fikriyatına karşın bu imamlar "ııı şey! o heykeller aslında ucubeymiş. Başbakan yıkın dediyse karşı çıkmamalıyız " mı diyecekler?

Bu ülkede içki içen insanların da olduğunu unutarak, onları dışlayarak "aksırıncaya tıksırıncaya kadar içiyorlar" diyen Başbakan' ın söylemlerini bizlere şöyle mi yansıtacak bu aile imamlarımız; "Alkol tüm kötülüklerin başlangıcıdır. Zaten Allah-u teala' da yasaklamıştır. Başbakan'ımız aslında gençlerimizin sağlığını düşünüyor." mu diyecekler ?

Karma okulları yasaklamayınca en azından dine uygun hale getirip 45 cm yasağını uygulayanlar için, "Ne güzel işte! Yoksa siz namussuz musunuz?" diyecekler?

Kadını iş hayatından çekerek "Oturun oturduğunuz yerde. İş senin neyine? Evinde 3 çocuk yap." mı diyecekler?

Torbadan çıkaracakları yeni yasayla "sendikalara üye olan işçileri, memurları" görev adı altında başka işlere gönderilen yaptırımlara ne diyecekler?

Bu projenin adı bal gibi "reel islamiyet"tir.

(Evrensel)